Translate

30 Ağustos 2011

Mezopotamya'nın en eski şehri: Mardin


GECE GERDANLIK

GÜNDÜZ SEYRANLIK!



Mezopotamya’nın en eski şehirlerinden biri olan Mardin, farklı dil, din ve mezhepten insanların bir arada yaşadıkları ilginç bir şehir. Süryaniler, Sümerler, Akadlar, Babiller, Mitanniler, Asurlar, Bizanslılar, Araplar, Persler, Selçuklular, Arturlar, Osmanlılar gibi pek çok devlete, millete, kavime ev sahipliği yapan bu şehir, sit alanı olarak ilan edildikten sonra ikiye ayrılmış.



Bizim şehri gezmek için sadece bir günümüz vardı. Bu nedenle vaktimizin çoğunu taş evlerin, abbaraların, medreselerin, kiliselerin olduğu bölgede yani Eski Mardin'de geçirmeyi tercih ettik. 


Abbara karanlık, oyuk geçit anlamına geliyor...

Aynı ailelerin farklı parsellerini ya da sokakları birbirine bağlayan bu geçitlerden Mardin'de bolca bulunuyor.






Şehrin adını Pers Kralı Ardeşir'in buraya yerleştirdiği Marde kavminden ya da Pers Kralı Mardin’den aldığı gibi sayısız söylenti dolaşıyor.



Suriye ile sınır komşusu olan Mardin, İpek Yolu güzergahı üzerinde olduğu için ilde beş han, bir kervansaray, Mardin Kalesi, Kız Kalesi (Kalıtmara), Arur Kalesi, Erdemeşt Kalesi gibi pek çok da kale bulunuyor.



Hava sıcaklığının 2000 yılında, 42.5 dereceye ulaştığı Mardin, Türkiye sıcaklık rekorunun da sahibi. Çöl ikliminin hakim olduğu şehri biz 40 derece sıcaklıkta gezdik!


Şehrin dar ve merdivenli sokaklarında dolaşırken en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi eşeklerdi.



Bu eşekler Mardin Belediyesi'nde kadrolu çalışıyor.
Görevleriyse çöp toplamak!  


Kürtlerin, Hıristiyan Süryanilerin, Sünni Arapların,Türklerin, Yezidilerin ve  Ermenilerin bir arada yaşadıkları Mardin'de, Deyrulzafarân ManastırıMor GabrielMor Yakub ve Meryem Ana gibi bir çok Süryani Manastırı ve kilisesi bulunuyor.


Bu güzel taş yapılardan birini kadına yönelik şiddet ve namus cinayetlerine karşı çalışmalar yürüten Kadın Merkezi (KAMER) Vakfı kullanıyor. Kadınların işlettikleri bu cafeden elde edilen gelirse şiddete maruz kalmış kadınlar için kullanılıyor. 



Kervan yollarının kesiştiği bir noktada olması sebebiyle Mardin'de yemek kültürü çok geliştirmiş. Güveç, sembusek, irok, kaburga dolması, lebeniye, bello, kliçe, bırgıl, maldum, kibe gibi yöresel yemekleri var. Bir de mor badem şekerleri ve şeker gibi çocukları...






Mardin'de çeşit çeşit yöresel peynir bulunuyor. Bazı peynirler çörek otu katılarak lezzetlendiriliyor. Eski Mardin'deki köy pazarında envai çeşit peynir bulmak mümkün...





Mardin'in en kötü yanlarından birisi yiyeceklerin açıkta satılıyor olması...

40 derece sıcağa rağmen etler dolapta değil dışarıda tutuluyor.




Mardin'de de, Hasankeyf'teki gibi, hemen her evin eyvanı bulunuyor. Hava çok sıcak olduğu için bu eyvanlarda gündüz oturuluyor, gece yatılıyor.



 

Altını ve gümüşü dantel gibi işleyen meşhur Mardinli telkari ustalarının sayısı bir elin parmakları kadar kalmış neredeyse... 


Telkari bu bölgeye ait bir gümüş işleme sanatı. İnce gümüş teller elle birleştirilerek nefis takılar yaratılıyor. Bu sanatın mazisinin MÖ 3000'lere dayandığı söyleniyor. 


Zaman geçirmekten keyif aldığımız bir başka yer de ürettiği bıttım sabunlarını ABD, Japonya, İngiltere, İspanya ve Almanya'ya ihraç eden Mardinli sabun üreticisi Mehmet Dede'nin dükkanı. Mehmet Usta'nın müşterileri arasında İngiltere Prensi Charles, Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül gibi isimler bulunuyor. 


 Urfa'ya doğru yola koyulmadan önce Midyat'ta düğüne bile gittik...
 O gece iki acayip şarkı öğrendik:
"Ana bana duz gönder, duz bulamazsan buz gönder"
 vay vay sana vay sana, kapsama alanımdan çıksana"





Fotoğraflar: Mehtap Doğan + Tülin Semayiş

29 Ağustos 2011

"HELLO ABLALAR" DİYARBAKIR'DA



23 Temmuz'da yola koyulduk, hedefimiz bir haftada 6 şehir gezmekti. Geziye Diyarbakır'dan başlayıp, Munzur Festivali'nde sonlandırmayı planlıyorduk. Listemizde Hasankeyf, Mardin, Urfa, Harran, Halfeti, Nemrut, Malatya ve Dersim vardı. Biz sadece Harran, Halfeti ve Nemrut'u göremeden döndük. 


İlk durağımız dünyanın en eski şehirlerinden Diyarbakır'dı. Diyarbakırlı çocuklar sırtımızdaki çantalara aldanıp bizi turist sanınca adımız "hello ablalar" kaldı...


 İpek Yolu üzerinde bulunan Diyarbakır'da pek çok han var: Deliler Hanı, Sülüklü Han, Çifte Han, Yeni Han, Hasanpaşa Hanı... 


Biz gider gitmez Ulu Cami'nin tam karşısındaki Hasanpaşa Hanı'nda soluklandık. 
Eskiden kervanlar, 1572-73 yıllarında yaptırılmış bu handa konaklarlarmış. 


Eskiden kervanların, şimdi turistlerin uğrak yeri olan Hasanpaşa Hanı kentteki en güzel noktalardan biri. Avlunun ortasında altı sütunlu bir şadırvan bulunuyor. Handa oturanlar üzerlerine su püskürtülerek ferahlatılıyor! 



Biraz ıslanıyorsunuz ama hava sıcaklığı 42 derece olunca pek sakınca görmüyorsunuz!



Handa en çok rağbet gören mekanlardan biri Kahvaltıcı Mustafa Usta'nın yeri. 81 yıllık kahvaltı salonunda Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Süryanice ve Ermenice olmak üzere 5 dilde mönü bulunuyor. Haftasonu yer bulmak biraz zor. Bu yüzden biz Diyarbakır ketesi ile yetinmek zorunda kaldık.


Handan ayrılmadan uğramanız gelerek yerlerden birisi de, Mezepotamya çinileri yapan Yekbun'un atölyesi. İznik'te çini eğitimi aldıktan sonra Diyarbakır'da atölye açan Yekbun, sanatını kadınlara, göç mağdurlarına, okuma yazma bilmeyenlere, meslek edinemeyenlere öğretiyor.

 



Atölyede çini yapmayı öğrenenlerden biri de Niştiman. 
Yekbun'la birlikte çalışıyor...


 Niştiman "vatan", Yekbun "birleşmek" anlamına geliyor!

 




Sonraki durağımız hanın yakınlarındaki tarihi Diyarbakır Evi. 
Ev öykü yazarı Esma Ocak tarafından satın alınıp müze haline dönüştürülmüş. İçinde müzenin bakımından sorumlu bir aile yaşıyor.


Dört Ayaklı Minare'nin sütunları altından 7 defa geçenin bütün dileklerinin gerçekleşeceğine inanılıyor. (Ama biz bunu döndükten sonra öğrendik!)


Diyarbakır'ın karpuzları kadar yöresel yemekleri de meşhur. Kaburga dolması, ciğer, tava, kadayıf yemeden dönmemek gerekiyor diyorlar. Benim gibi pek et yemeyen biriyseniz ya da vejeteryansanız, Doğu'da karın doyurmanız biraz zor... 

Diyarbakır'da çayınızı uçsuz bucaksız bir manzara eşliğinde yudumlamak isterseniz Louis Gabriel (Ar-Sev) Cafe'ye gidin derim. Buranın ilginç bir hikayesi var. 1930’lu yıllarda sur içindeki kentin “hava alması” için kent valisi surları birkaç noktadan yıkmaya çalışmış. O yıllarda Diyarbakır’ı ziyaret eden Arkeolog Albert Louis Gabriel’in ve kent aydınlarının ısrarlı çabaları sonucunda surların yıkımı engellenmiş. Bu nedenle Hevsel ve Fiskaya manzaralı bu kafeye Louis Gabriel'in adı verilmiş. 

 

Menengiç kahvesi aşılanmamış antepfıstığından yapılıyor. Kahvede E ve B vitaminlerinin yanı sıra sodyum, potasyum, fosfor, kalsiyum, demir, magnezyum, çinko, bakır, mangan, selenyum ve kadminyum olduğu söyleniyor. Bu yağlı kahve, içinde bunca şey olunca, kanser, egzema, astım, ishal, sarılık, mide ağrısı gibi pek çok hastalığa iyi geliyor...
 
 

  Diyarbakır'ın etrafı, Çin Seddi'nden sonra en büyük sur olma özelliği taşıyan surlarla çevrili. Surların uzunluğu 5,5 km, yüksekliğiyse 10–12 metre. 
 
Diyarbakır'ın en eski yerleşim yeri ise İçkale.
 

İçkale'deki Artuklu kemerinin içinde çeşitli dönemlere ait tarihi yapılar bulunuyor.


Bunlardan biri Atatürk Evi, diğeri de cezaevi...


Cezaevi oldukça bakımsız ve tenha, gezmek cesaret istiyor!

 


Hasankeyf'e gitmek için Batman'a doğru yola koyulduğumuzda yolda leylek sürüsüne denk geldik. Hayatımda görmediğim kadar çok leyleği Batman'da gördüm. Nasıl güzeldi... 
İnşallah havada leylek gören çok gezer derler, umarım öyledir!


Fotoğraflar: Mehtap Doğan + Tülin Semayiş