Translate

28 Mart 2013

Sizi yakından tanıyabilir miyiz?

MEHTAP DOĞAN
Media Partner İletişim Danışmanlığı
Medya Direktörü

Linkinsankaynaklari.com'dan Seda Tokgöz'ün röportajı... 



  • Sizi yakından tanıyabilir miyiz?
 Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldum Aslında gazeteci olmak istiyordum ama ailem, öğretmenlerim, arkadaşlarım bu alanda eğitim almamın daha iyi olacağına ikna ettiler. Ders çalışmaktan pek keyif almayan bir öğrenciydim. Bölüme kaydımı yaptırdıktan kısa bir süre sonra dağcılık, fotoğrafçılık gibi öğrenci kulüpleriyle ilişkilendim. 1993 yılında tiyatroyla uğraşmaya başladım. İlk sahne deneyimini Lefke Avrupa Üniversitesi’nde yaşadım. Üniversitenin tiyatro kulübü tarafından sahnelenen Woody Allen’ın Tekrar Çal Sam isimli oyununda “Entel Kız” karakterini canlandırdım. 1994 yılında Uludağ Üniversitesi Oyuncuları’na dahil oldum   Hayvanat Bahçesi Masalı, Ada, Dört Mevsim gibi pek çok oyunun sahnelenmesine katkı sağladım. 1996–97 sezonunda UÜO’nun yönetiminde görev aldım. Tiyatroya duyduğum ilgi zamanla sinemaya yöneldi. Bugüne kadar 10′un üzerinde filmin yapım sürecinde yer aldım.
Daha ikinci sınıftayken basında iş aramaya başladım. O dönemler en iyi yerel gazetelerden biri olan Bursa Haber Gazetesi’ne gittim. Aslında kültür sanat alanında çalışmak istiyordum. O alanda açık olmayınca ekonomi servisinde işe başladım. Sanırım mesleki hayatımdaki en büyük şanslarımdan birisi buydu. Servis şefimiz Dilek Göral bana haber yazmaktan sayfa tasarlamaya, gazetecilik etiğinden çalışan haklarına kadar pek çok şeyi öğretti. Hala güzel bir iş aldığımda, bir işi başarıyla sonuçlandırdığımda onun bana verdiği emeklerin büyük payı olduğunu  düşünürüm. 
Ekonomi alanında çalışmaya istemeden başlamış olsam da sonrasında bu avantaja dönüştü. Uzun süre İMKB muhabirliği yaptım. Uzmanlık gerektiren bir alandı ve heveslisi daha azdı. Bu nedenle daha iyi koşullarda çalıştım, işten çıkarılma riskim azdı ve iş bulmam daha kolay oldu.
Radyo hariç, basının her alanında görev aldım. Televizyonculuk da yaptım, dergicilik de… Türkiye’de gazetecilik yapmak pek kolay değil. Çok uzun mesailer yapıp çok ağır koşullarda çalışmanıza rağmen karşılığını alamıyorsunuz. Mesleğe başladığım yıllarda bunu çok fazla sorgulamıyordum. Kanalda yatıp kalktığımı, evime günlerce gidemediğimi, aylarca maaşımı almadan, sigortam yatmadan çalıştığımı biliyorum. Ancak bütün bunlara rağmen çalıştığım en berbat yerin bile bana ciddi deneyimler kazandırdığını görüyorum. Şimdi bir televizyoncunun nasıl bir görüntüye ihtiyacı olduğunu, hangi görüntülerin işine yarayacağını, nasıl kurgulanması gerektiğini, dergilere, gazetelere bülten gönderirken, haber önerirken neleri göz önünde bulundurmam gerektiğini iyi biliyorum. Gazeteci de benden gelen metnin ya da önerinin reklam değil haber niteliği taşıdığını biliyor. Basında geçirdiğim 17 yıl nedeniyle iş ve arkadaş çevremin de büyük bölümü gazetecilerden oluşuyor. Ben bütün hayatı iş ve ev olanlardan değilim. Sinemayla, fotoğrafla, karikatürle ilgileniyorum. Boyamayı, kesmeyi, biçmeyi, yapıştırmayı seviyorum. Gideceğim atölyenin, kursun illa mesleğimle ilgili olması gerekmiyor. Ben aslında buralardan besleniyorum. En son Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sanatını yaşatmaya çalışan Hughette Eyüboğlu’ndan yazma yapmayı öğrendim. Kalıp yaptık, uyguladık ve boyadık.  Bütün bu faaliyetler organizasyon becerimi geliştirdi, farklı çevreler ile ilişki kurmamı sağladı, beni pratikleştirdi, bazı şeyleri daha erken ön görmemi sağladı…
Alan değiştirdiğinizde zorlandınız mı?
Bundan birkaç yıl önce bir belgesel çekimi için Kars’a gitmiştim. Döndüğümde bir PR ajansından görüşmeye çağrıldım. İşe alındığımı öğrendiğimde bir banka oturup dakikalarca ağladım. PR sektörüyle ilgili olumsuz bir algım vardı. Sanırım masanın öteki tarafına geçmeye de hazır değildim. Sadece güzel kadınların, yakışıklı adamların PR yapabilecekleri, mutlaka çok şık olmanız gerektiği gibi genel bir algı var. Ben bu işi yapmanın ön koşulunun bu olduğuna inanmıyorum. PR tarafında meslek standartlarının geliştirilmesine, ilkeli çalışma koşullarının yaratılmasına, basın ve PR etiğine hakim deneyimli kadroların artırılmasına ihtiyaç var ancak zaman zaman gazetecilerin de anlayışına ihtiyaç duyuyoruz. Bu nedenle bocaladığım çok zaman oldu. 20′li yaşlarda bir gazeteciden, bütün deneyimlerim hiçe sayılarak, “basın etiği” dersi aldığımda, yüzüme telefon kapatıldığında, sen beni nasıl tanımazsın diye çıkışıldığında “Aman Allahım benim burada ne işim var” dedim ya da “ben aptal değilim” demek istedim…
Türkiye’de pek çok firma bu alanda danışmanlık almaya alışkın değil.. Bu nedenle tanıtımlarının kendi istedikleri şekilde yapılmasını dayatabiliyorlar. Bir yere bağlı çalışıyorsanız bunun basın tarafında krize yol açacağını bile bile yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Bu sefer de gazeteciler ile sıkıntı yaşıyorsunuz. Ben böyle bir şeye itiraz ettiğimde patronum tarafından “artık gazeteci olduğunu unut” diye uyarı almıştım. Aksine böyle bir iş yaparken gazeteci olduğunuzu aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. Bizim işimizde nitelikli haber üretmek, gündemi takip etmek, gündeme uygun içerik sağlamak ve basınla iletişimde doğru dili kullanmak önemli. Basın deneyimi olmayan, meslek etiğini, haber yazmayı bilmeyen kişilerin medya ilişkilerini yürütmesini doğru bulmuyorum. Bence gazetecilerin PR’cılara zaman ayırmak istememelerinin en önemli nedenlerinden biri bu. Aşırı ısrar, yanlış üslup, niteliksiz metinler bu olumsuz algıyı güçlendiriyor. Şimdi yaptığım işten çok keyif alıyorum. Etrafımdaki herkes de “nihayet kendine uygun bir iş buldun” diyor.
  • “ Media Partner ” ismi nasıl ortaya çıktı?
Biz iletişim danışmanlığında sevdiğimiz işi yaparak fark yaratmaya çalışan bir ekibiz. Uzun yıllar gazetelerden, dergilerden, televizyon kanallarından, festivallerden, konserlerden, en önemlisi hayattan biriktirdiğimiz deneyimlerimizi bir araya getirerek Media Partner İletişim Danışmanlığı’nı kurduk. Ben çocukluğumdan beri yaptığım şeyin ilginç, farklı, orijinal, yaratıcı olmasını çok önemserim. Bu işi kurarken de böyle şeylerin peşindeydim. İsmimizi çok düşündük ama sonra en düz olanına karar verdik. Kullanımı kolay, anlaşılır, yaptığımız işi özetleyen, hem yurtdışında hem yurtiçinde aynı çağrışımı yapacak bir isim olsun istedik. Çalıştığımız firmaları, kurumları ya da kişileri “müşteri” olarak görmüyoruz. Bu nedenle de sonuna “partner”i ekledik.
  • “ Media Partner” neler yapıyor?
PR Sektöründeki pek çok şirketten ekibimizle ayrışıyoruz. Her birimizin basının yanı sıra tiyatro, sinema, fotoğrafçılık gibi alanlarda önemli deneyimleri var. Biz yaptığımız işi sevmeyi öncelikledik ama ekonomi basınından edindiğimiz deneyimleri de bir kenara koyamadık. Daha çok kültür sanat üzerine yoğunlaştık. Çünkü ilişkilendiğimiz sanatçıların ajanslara derdini anlatmakta zorlandıklarına tanık olduk. Kısacası ihtiyacı çok net gördük. Şimdi ağırlıklı olarak kültür sanat alanında çalışıyoruz ancak iş dünyasına da hizmet veriyoruz.
Genç bir şirket olmamıza rağmen 2012 yılını oldukça iyi geçirdik. Ruhi Su 100 Yaşında, 15. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali gibi önemli etkinliklerin basın çalışmalarını yürüttük. Can Candan’ın yönetmenliğini üstlendiği Benim Çocuğum basında büyük yankı uyandırdı. Müzisyen Özgür Demir’in, Korhan Futacı ve Kara Orkestra’nın tanıtımlarını yaptık. Hollanda ortaklı oturma grubu üreticisi Danca Türkiye, Apimaye Arıcılık Ekipmanları, Hedef Yelken, Belgesel Sinemacılar Birliği, Arşivist Dijital Belgesel Kütüphanesi, Serbest Müzisyenler Derneği gibi firma, kurum ve STK’larla çalışıyoruz.  
  • Kurum ya da kişiler ile çalışırken bir kriteriniz var mı? Yoksa bir değerlendirme yapıyor musunuz?
Elbette değerlendiriyoruz. Bize çok aykırı gelen, kanımız uyuşmayan, gazetecilerle ilişkimizi zedeleyecek, çizgimize zarar verecek, bizi kötü bir pozisyona sokacak işi yapmaktan kaçınıyoruz. Danışmanlık hizmeti verdiğimiz için bizi dinleyecek kişilerle iş yapmayı tercih ediyoruz. Şimdiye kadar yolumuz böyle kişilerle kesişti, bundan sonra da böyle devam etmesini umut ediyoruz.
  • Mesleğinizden keyif aldığınız ya da sizi zorlayan yönleri neler?
Bugüne kadar hep keyif alacağımız ve destek vermek isteyeceğimiz işlerin tanıtımını yaptık. Yaptığımız bir işin sayfalarca bir gazetede yayımlanması, günlerce görünür olması, önemli kalemlerin konuyu ele alması, televizyon kanallarında konu edilmesi bizi sevindiriyor. Yaptığımız işin birlikte çalıştığımız kurumlara, şirketlere ya da kişilere katkı sağlaması da mutluluk verici. Bir takım güçlükleri elbette var. Yaptığınız bir hata müşterinizin ciddi bir kriz yaşaması, imajının zedelenmesi gibi telafisi zor sonuçlara sebep olabilir. Bu nedenle çok dikkatli davranmanız gerekir. Neyse ki şu ana kadar öyle bir şey yaşamadık.
  • Bu kadar yoğunluk içinde, bir gününüz nasıl geçiyor?
Farklı şeylerle uğraşmayı, yeni şeyler keşfetmeyi, yeni kişilerle tanışmayı seviyorum. Bu yüzden iş dışında bir sürü şey için de koşuşturuyorum. Bunun beni beslediğini düşünüyorum. Ekonomi Gazetecileri Derneği, Tünel Sanat Derneği, Belgesel Sinemacılar Birliği ve Sosyalist Feminist Kolektif’in üyesiyim. 10 yılı aşkın süredir ulusal ve uluslararası festivallerde, kent gösterimlerinde aktif olarak çalıştım. 4 yıldır 1001 Belgesel Film Festivali’nin yürütme kurulundayım. Alanya Sinematek Derneği ve BSB tarafından organize edilen “Belgesel Sinema Tatilde” isimli atölyede genel koordinatörlük yaptım. “Bir Hayalin Provası: Drama Çiftliği” isimli filmin yönetmenliğini üstlendim. “Nağıl Neneleri”, “Canıyla Oynayanlar” isimli belgesellerle, “Tatlıya Her Zaman Yer Vardır” isimli kısa filmde yönetmen yardımcısı olarak çalıştım. “Gıdı Gıdı”, “Hayatım Pul: Bir Filateli Öyküsü”, “Doğum Yerim Manastır”, “Kayıp” gibi pek çok filmin basın danışmanlığını yürüttüm. “Sorry Bacı” ve “Yürüyen Düşler” filmlerinde koordinatör olarak yer aldım. Ayrıca gezi ve çekim deneyimlerimi paylaştığım geziyorum-cekiyorum.blogspot.com isimli bir bloğum var.
  • Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz ya da bir projeniz var mı?
İş ortağım Emel Coşkun ile birlikte “Bir Hayalin Provası: Drama Çiftliği” isimli bir film çektik. Üzerinde çokta uğraştık. Salonlarda sahneye çıkmak yerine kamyon kasaları, okul sıraları üzerinde köylülere oyunlar sahneleyen idealist bir tiyatrocunun hikayesiydi. Köylülere oyunculuk eğitimi veren, birlikte oyunlar sahneleyen Nedim Buğral, bir ahırı tiyatro eğitimi vereceği bir yere dönüştürmüştü. Drama Çiftliği yürümedi. Nedim burada hayalinin provasını yaptığını söylüyordu. Benim için de filmin böyle bir karşılığı var. Film bir türlü içimize sinmedi. Bu yüzden bir yerlerde göstermekten kaçındık. Tekrar kurguya girecek vakti de bulamadık. Biz de Nedim gibi bir hayalimizi prova etmiş olduk… 
Gezmeyi, uzun yolculuklar yapmayı çok seviyorum. Daha fazla gezebilmeyi isterim…
Can Yücel’in “Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz” diye bir sözü var. Ağaç olup kök salmak istemiyorum… Bir süredir yaptığım gezileri, gittiğim çekimleri bloğa giriyorum. Yeterince vakit ayıramadığım için henüz istediğim gibi değil ancak unuttuğum pek çok ayrıntıyı hatırlamamı sağlıyor. Bu nedenle yazmaya gayret ediyorum. Konformist biri değilim. Her koşulda, her yerde kalabilirim. Sadece şehir meydanlarını, müzeleri değil, köyleri, kasabaları gezmekten, insanların hikayeler dinlemekten keyif alıyorum. Profesyonel bir rehberle değil yöreden birileriyle gezeyim, orada yaşayanların fotoğraflarını çekeyim, anlattıklarını kaydedip sözlü tarih arşivi oluşturayım istiyorum.. Belgesel sinemayı da bu yüzden seviyorum. Çok ağır koşullarda çalıştığım dönemlerde bile yapmaktan zevk aldığım şeyler için fırsat yarattım. “Bazen ne şanslısın, her yeri gezdin” diyorlar. Ben şansımı kendimin yarattığını düşünüyorum.

8 Mart 2013

İznik açık hava müzesi

"Kendisini deniz sanan göl"
 iZNiK

Nasıl gittik?
Ocak ayının ilk haftasıydı ve sanırım hava hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Bostancı'dan 08:50'de kalkan deniz otobüsüne bindik, 09:55'te Yalova'daydık. İDO iskelesinin hemen yanından hareket eden minibüslerle Orhangazi'ye gittik, Boyalıca ve Çakırca köylerini geçtik. 1 saat 3 dakikalık yolculuğun ardından İznik'teydik. Deniz otobüsü için 7.5, minibüs içinse 9 TL ödedik. 


Nerede kaldık?
Gitmeden önce "ne kadar kötü olabilir ki" diye düşünüp belediye çarşısında bulunan öğretmen evinden oda ayırtmıştık. İznik'te yaşayanların bile haberdar olmadığı duvarları sıvasız öğretmenevi, harap binası, ortak banyo tuvaleti, keskin ayak kokusu ve camdan oda kapılarıyla tam bir felaketti...



Neyse ki konaklayacağımız ucuz ve temiz bir otel bulmamız çok uzun sürmedi. Geceliği 25 TL'den Kaynarca Otel'de kaldık. Cem, Çamlık, Aydın ve İznik bölgenin popüler otelleri. Fiyatları ise Kaynarca ile kıyaslanamayacak kadar yüksek.


Daha çok gezginler tarafından tercih edildiğini öğrendiğimiz Kaynarca, ilçenin tam ortasında, mütevazi ve temiz bir otel. Labirent gibi koridorları nedeniyle çıkışa ulaşmak biraz zahmetli olsa da çok uzun zaman geçirmeyecekler ve konfor aramayanlar için iyi bir seçenek.   

Nereleri gezdik?

"Bu göl, İznik Gölü'dür.
 Durgundur,
 Karanlıktır,
 Derindir,  
 Bir kuyu su gibi, içindedir dağların"


Nazım Hikmet Ran




Dünyanın en güzel 5. gün batımı

"İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle akıttılar."

Nazım Hikmet Ran
(Şeyj Bedreddin Destanı'ndan)


Marmara Bölgesinin en büyük, Türkiye'nin ise beşinci büyük doğal gölü olan İznik hakkında pek çok efsane anlatılıyor. Bunlardan birine göre gölün yayıldığı alanlar binlerce yıl önce çorak arazilerden ibaretmiş. Bölgeye gelen bir ermiş göçer bu araziler üzerinde yaşayan köylülerden su istemiş. Köylüler işten kafasını kaldırıp kendisine bakmayınca ermiş içerlemiş ve asasını hırsla yere vurmaya başlamış. O vurdukça topraktan sular fışkırmış. Ermiş asasını yere süre süre yürüyünce de "kendisini deniz sanan" bu nefis göl oluşmuş.




 Bol bol karabatakla ve tatlı su yılanı ile karşılaşacağınız İznik Gölü'nde kerevit, yayın, sazan, alabalık ve istakoz gibi  deniz hayvanları da bulunuyor. Benim gibi balık hafızalı birinin böyle bir bilgiyi neden aklında tuttuğu bilinmez ama gölde boyu 2 metreyi, kilosu 70'i geçen bir yayın balığı avlandığını hatırlıyorum.






Açık hava müzesi İznik'te ilk durağımız Çiniciler Çarşısı oldu. Hala 47 atölyede İznik Çinisi işlenmeye devam ediyor. 

ÇİNİ 
DENİNCE 
AKLA...






İznik çinisi ilk olarak 15. yy'da ortaya çıkmış. 
16'ıncı yüzyılda Osmanlı'nın güçlenmesi ve yeni yapıların ortaya çıkmasıyla da en ihtişamlı günlerini yaşamış. 18. yüzyıldan sonraysa yerini Kütahya'ya bırakmış...





İznik'ten çini almak isteyenlerin bir başka uğrak yeri de çini atölyeleri tarafından kullanılan Süleymanpaşa Medresesi. 




Özgün nitelikli ilk Osmanlı medreselerinden biri olan Süleymanpaşa, Süleyman Paşa Sokak ile Maltepe Sokak'ın kesiştiği köşede bulunuyor.


Medresenin kapısından girince yeşil, genişçe bir avlu ile karşılaşıyorsunuz. Avlulu medreselerin ilk örneklerinden olan bu yapının U şeklinde bir planı var. Antik yapılardan alınan sütunların ve sütun başlıklarının kullanıldığı medrese, moloz taş ve tuğla kullanılarak inşa edilmiş.




 Çini denildiğinde akla gelen bir başka yapı da Yeşil Cami. Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan cami, yeşil çinileriyle ünlü. 


Sadrazam Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptıran ve zengin taş işçiliği ile dikkat çeken Yeşil Cami'nin minaresi mavi ve yeşil çinilerle kaplı. 


Hakkında yazılanları okuyunca içini gezmediğim için pişmanlık duyduğum Yeşil Cami'nin en dikkat çekici özelliği zengin taş işçiliği.



 II. Murat Hamamı'nın (Hacı Hamza Hamamı) doğusunda bulunan Çini Fırınları çok ilgimizi çekse de kazı alanının geziye kapatılması nedeniyle uzaktan bakmakla yetindik. İznik'te Osmanlı dönemi çini-keramik fırınlarını araştırmak üzere kazı ve sondajlara, 1964 yılında başlanmış ve bu çalışmalar kesintisiz olarak 1969 yılına kadar sürmüş. 1981 yılında başlayan II. dönem kazıları ise hala devam ediyor.


İznik'in her yerinde çiniyle kaplanmış bir şeylere rastlamak mümkün. Kapı numaralaından çöp kutularına, piknik tüplerden cami duvarlarına kadar...





ÇEŞMELER, MÜZELER, CAMİLER
1331 yılında Osmanlı orduları tarafından ele geçirilen İznik, Osmanlı idaresinde sanat, ticaret ve kültür merkezi olmuş. 





Osmanlı döneminin ilk cami, medresesi ve imareti İznik'te inşa edilmiş. 

 

Tadilat nedeniyle kapalı olduğu için gezemedik diye üzüldüğüm bir başka yer de Nilüfer Hatun İmareti diğer adıyla Arkeoloji Müzesi. 


1338 yılında Osmanlı Padişahı 1. Murat'ın annesi Nilüfer Hatun için yaptırdığı imarethane, 1965 yılında müzeye çevrilmiş.


İznik ve çevresindeki arkeolojik kazılarda çıkarılan eserlerin sergilendiği
Arkeoloji Müzesi İznik'te görülmeden dönülmemesi gereken en önemli yer bence... 


Şeyh Kudbettin Cami'nin hemen karşısında bulunan bu ihtişamlı bina 1388'de Sultan 1. Murat tarafından annesi Nilüfer Hatun için yaptırılmış. O dönemler yoksullara yemek dağıtılan bir hayır kurumuymuş. 1965'te onarım görerek müzeye çevrilmiş. Osmanlı mimarisinde ters T planı ilk kez bu yapıda uygulanmış. Bir buçuk senedir tadilat nedeniyle kapalı olduğu için içini gezme şansımız ne yazık ki olmadı.



Çok nadir bulunan Selçuklu kalıntılarından biri olduğu söylenen Çift Başlı Kartal'ı da müzeye giremediğimiz için göremedik.


Müze bahçesindeki bir mezar taşında hayat ağacına tırmanan tavus kuşları...


İznik Müze bahçesinde Bizanslı taşçının kendi geleneğine göre yaptığı
Selçuklu mezar taşı...


Müzenin tam karşısında Şeyh Kudbettin Cami ve Türbesi bulunuyor. 
Şeyh Kudbettin XX. Yüzyılın önemli alim ve sufilerinden... 
İlk Türkçe ilmihal çalışmasını yapmış ve hayata 1418'de, İznik'te veda etmiş. 







Tuba gibi yatırlardan ürken biriyseniz gördüğünüz demir pencereye çok  yakın durmamanız gerekir!!
Şeyh Kudbettin Cami'nin önünden düm düz devam ettiğinizde mahalle arasında koca bir cami daha karşılıyor sizi; Eşrefzade Camii... Bu cami bırakın İznik'i hayatımda gördüğüm en enteresan camiydi.



Akşam, yatsı, ikindi saatlerini gösteren dijital panolu caminin cevizden kocaman bir kapısı, gösterişli avizeleri, boydan boya fayans kaplı modern bir abdesthanesi var. Cami yapılırken hiçbir masraftan kaçınılmamış ancak bu şatafatlı avizelerde tasarruflu ampul kullanılmış.




Caminin bir başka ilginç özelliği de engelliler için tasarlanmış olması. Elbette camilerin olmazsa olmazı ayakkabı hırsızları da düşünülmüş. Kapalı devre güvenlik sistemi ile izlenen caminin hemen yanında yeşil yağlıboyayla kaplanarak tarihin bütün izlerinin silindiği,  aliminkiyle birlikte, 11 mezar bulunuyor.


 Aşık Daimi tarafından derlenen "Eşrefoğlu Al Haberi" isimli Alevi-Bektaşi deyişinin de bu camiye adını veren Eşrefoğlu için yazıldığı söyleniyor.


"Esrefoğlu al haberi 

Bahçe biziz gül bizdedir 

Biz de Mevla'nın kuluyuz 

Yetmiş iki dil bizdedir" 


Yazdıkça fark ediyorum, aslında biz pek çok yeri kapalı olduğu için hakkıyla gezememişiz. İsmail Bey Hamamı gibi....



Halk arasında Mescit Hamamı olarak anılan bu yapının en önemli özelliği tavanıymış. Biz göremedik ama Ömer Abi anlattı: "Türk sanat tarihinde önemli bir yere sahip olan bu hamam Tavanında çarkıfelek motifi olan tek hamam..."

Böyle söyleyince pek bir şey canlanmadı aklımda ama aşağıdaki fotoğrafı gördüğümde anladım ne demek istediğini...

 

Hamamın üzeri üçgen prizmalardan oluşan bir kasnak üzerine oturtulmuş kubbe ile örtülü. Kaburgalarla sekiz bölüme ayrılmış kubbe dilimlerinin her birinde beşer aydınlık penceresi bulunuyor. Ne yazık ki pek iyi durumda olmayan kubbenin büyük bir bölümünün çökme riski olduğu söyleniyor.


İznik'te görülmeye değer bir başka hamam da, ilçe merkezinde bulunan 1. Murat Hamamı. Hala kullanılabilir durumda olan hamamın kadınlar ve erkekler için iki ayrı bölümü bulunuyor.
   

İlk yerleşimin M.Ö. 2500 yıllarına uzandığı sanılan İznik, Selçukluların ve Osmanlıların da başkenti olmuş. Hıristiyanlık için çok önemli olan ve "İznik Yasaları" adıyla bilinen Birinci Konsül, 325 yılı yazında burada toplanmış. 218 piskoposun katılımıyla yapılan I.Konsül "Hz. İsa'nın tanrıdan dünyaya  gelmediği" gibi şiddetli tartışmalara neden olsa da sonuçta bugün de savunulan Hz.İsa'nın tanrının oğlu olduğuna dair sav kabul görmüş.


Konsilin yapıldığı Ayasofya MüzesiBizans döneminde kilise olarak inşa edilmiş, Osmanlı döneminde de camiye çevrilmiş.

 




Ayasofya'nın cami olarak yeniden açıldığı 11 Kasım 2011'de Ömer Abi'nin çektiği bu fotoğraf bu yapının nasıl korunduğunun bir göstergesi aslında. O muazzam kilise mozaiklerinin üzerinde onlarca ayakkabı dizili duruyor!



  

Bu muazzam binanın restorasyonu da sanat tarihinden habersiz bir müteahhide emanet edilmiş.  Yerler, tavan pırıl pırıl cilalanmış ahşaplarla kaplanmış, Bundan 10 yıl önce fotoğrafı çekilebilir durumda olan duvar resimlerinden eser yok şimdi. Ancak Ömer Abi gösterince fark edebildik...



Baktı ki biz eski halini hayal bile edemiyoruz bize 10 yıl önce çektiği fotoğrafı gönderdi: 

10 Yıl Önce



Bugün



Ömer Tuncer 12 yıldır İznik'te yaşayan bir sinemacı. Ayasofya'yı onunla gezmek şanstı. Çok hasta olmasına rağmen bizim nefis bir gün geçirmemize sebep oldu.




Bu fotoğraf da bir Bizans oda mezarında görünen freskin ilk bulunduğu zaman çekilmiş. 
Ancak küp figürünün altında define olduğunu düşünen hırsızlar, güzelim resmin o bölümünü kazıyarak mahvetmişler...


"Nike'ın Bahçesi"
İlkçağın ünlü coğrafyacısı Strabon'a göre (İÖ65-İS23) günümüzdeki adıyla İznik, İÖ.316'da İskender'in mirasını paylaşmak üzere birbirleriyle amansız bir savaşa girişen komutanlarından Antigono Monophthalmos tarafından kurulmuş. Çağın koşulları gereği kente kurucusundan dolayı "Antigonia" denilmiş...



 Antigonia'nın bu adının yalnızca on beş yıl kadar sürdüğü anlaşılıyor. Monoph-thalmos'un aç gözlülüğüne karşı birleşen İskender ordularının önderi Lysimakhos, İÖ 301'de Hypsos Savaşı kazanınca bu genç kente el koymuş. Eşinin adının ölümsüzleşmesini istediğinden,Antigonia adını "Nikaia" olarak değiştirmiş. Rumca adı Nikéa'nın önüne 'sur içinde' anlamına gelen "is" eki getirilince de bu "açık hava müzesi" önce "İsnikéa" sonra da İznik adını almış.



Ömer Abi'nin kızı Ceren de sevgilisi Ali ile "Nikaia'nın Şehri"nden esinlenerek "Nike'ın Bahçesi"ni kurmuş. 



Onlar bu bahçede Ömer Abi ise Şirinlerin kasabasına benzeyen bir tatil köyünde yaşıyor...




Bisikletçilerin, dağcıların, gezginlerin kalabileceği bir yere dönüştürmeyi hayal ettikleri 5 dönümlük bahçede zeytin yetiştiriyorlar ve gelen konuklarına Dersim'den gelen köy peynirinin, anne yapımı pekmezin, kavun çekirdeğinin, davinin, kuru dutun yanı sıra kendi üretimleri zeytinlerden ve zeytin yağından da ikram ediyorlar.  



Mutluluğun bu tepsiyle bir ilgisi olmalı diye düşünüyorum. 
Çocukluğumdan beri yemediğim dağ meyvası davinle karşılaşmak beni inanılmaz sevindirdi ama Dersim'den gelen kavun çekirdekleri daha lezzetliydi..



Ev en az 15 kişinin kalabileceği genişlikteki iki katlı bu dağ evinin iki ayrı odası iki de ortak kullanım alanı var. Bu koca evi ısıtmak içinse iki soba, bir şömine ve kat kaloriferi kullanıyorlar. 



Burada üşümek imkansız! 
Sobalar da demlenen çay ve bu güzel iki insanın sohbeti içinizi fazlasıyla ısıtıyor...


İSTANBUL, LEFKE, YENİŞEHİR VE GÖL KAPILARI


Nicaia bir süre Bithaynia Krallığına başkentlik de yapmış. Adına altın sikkeler bile basılmış. Bu "Altın Şehir" Bithynia Krallığı ile Roma İmparatorluğu arasında uzun yıllar devam eden savaşlara sahne olmuş. Şehrin taliplisi çok olunca etrafı 4 ana, 12 tali kapısı bulunan 4.970 metre uzunluğunda bir surla çevrilmiş.


Bizans sur kapılarından günümüze İstanbul, Lefke ve Yenişehir Kapısı gelmiş, Göl Kapısı, Hotos Kapısı ve duvarlardaki diğer küçük kapılardan önemli bir kalıntı günümüze ulaşmamış.


Roma zafer takları biçiminde olan Lefke ve İstanbul kapıları, MS.123 yılındaki depremden sonra surların içerisinde kalmış. İstanbul Kapısı yakınındaki burçlarda bulunan bir kitabede surların güçlendirilmesi için İznik tiyatrosunun kesme taşlarının sökülerek burçlarda kullanıldığı yazıyormuş.





1065 depreminde ciddi hasar alan surlar, Bizans imparatorluğu sırasında yeniden onarılmış. İznik’te her iki sur duvarı birbirlerinden 60-70 metre aralıklarla yerleştirilmiş Roma ve Bizans döneminde yapılan bu surlardan Roma dönemine ait olanlar tuğladan, Bizans dönemine ait olanlar ise tuğla ve moloz taştan yapılmış.



Surlarla ilgili ilginç bir ayrıntı da kapılarının karşılıklı olmaması. Bunun da tek sebebi var koç başıyla saldırıldığında iki kapıdan birden olmamak!



 Surlardan içeriye doğru yayalar ve araçlar için iki ayrı yol var. Araç yoluna döşenmiş taşlara dikkatli bakanlar at arabalarının bıraktığı teker izlerini görebilir!.


Ünlü filozof Şeyh Bedrettin'in de İstanbul Kapı ve Göl yolu üzerinde bulunan evlerden birinde yaşadığı söyleniyor. Yine bu yol üzerinde bulunan Yenişehir Kapısı en gösterişli ama en az kullanılan kapı. Yakınında mezar taşları kullanılarak inşaa edilmiş Kızlar Kulesi adında bir kule bulunuyor. Ömer Abi 1. Haçlı Seferi'nin buradan yapıldığını ve Osmanlı'nın İznik'i bu kapıdan fethettiğini söylüyor.



Anadolu'nun ayakta kalmış en önemli tiyatrolarından bir olan Roma Tiyatrosu da 1980'den beri yapılan arkeolojik kazı  nedeniyle kapalıydı. Bekçi köpeklerinin hırlamalarına rağmen görmek için çok cebelleştik ancak tel örgüler arasından fotoğraf çekmekle yetinmek zorunda kaldık.  



NE YEDİK?
İznik’te yaşayanların yüzde 70'i yöreye has Müşküle üzümü ve zeytin yetiştiricisi.Bu bereketli topraklarda zeytin ve üzümün yanı sıra şeftali, kirazerikarmutelmacevizdomates, fasulyebrokolibrüksel lahanası gibi envai çeşit sebze ve meyve de yetişiyor.



Konak Lokantası diye kalmış aklımda ama emin olamadım. Çarşı içindeki esnaf lokantası nefis yemekler yapıyor. Oralara kadar gitmişken özellikle süt tatlısı ve tahinli kadayıflarının tadına bakmak gerekiyor.


Havanın soğukluğundan mı, kafamda bir dolu işle yola çıkmamdan mı bilmem ama İznik için iki gün yeterli geldi bana..



Biz aslında üçüncü günü de geçirmeye kararlıydık ancak hava çok bozup tipi yapınca herkes yollar kapanmadan dönmemizi tavsiye etti. Dönüş yolunda binlerce kez "Tam zamanında dönüyoruz, bir gün daha kalsak sıkılırdık" cümlesini kurunca Tuba'ya da yettiğini anlamam pek zor olmadı...



Kapılar: Yenişehir Kapı, İstanbul Kapı, Lefke Kapı, Göl Kapı

Abdülvahap Hz. Türbesi
Asmalı Cami
Ayasofya Kilise Cami
Aziz Tryphonos Kilisesi
Berber Kaya
Böcek Ayazması
Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa Türbesi
Eşrefi Rumi Hz. Camii ve Türbesi
Eşrefzade Camii
Hacı Özbek Camii
I. Murat Hamamı
2.Murat Hamamı
İznik Gölü Kıyısı
İznik Kilisesi
Kırgızlar Türbesi
Komesis Kilise Kalıntıları
Mahmut Çelebi Camii
Nilüfer Hatun İmareti ve Arkeoloji Müzesi
Roma Su Kemerleri
Roma Tiyatrosu
Sarı Saltuk Türbesi
Senoto Sarayı
Süleyman Paşa Medresesi
Şeyh Kudbettin Cami ve Türbesi
Yeşil Cami



Fotoğraflar: Tuba Akkuş & Mehtap Doğan
Ömer Tuncer