Translate

14 Temmuz 2013

FEMİNİZM HAKKINDA
5 YALAN



Feminizm erkek düşmanlığıdır
Biz feministler, kadınların haklarını savunuyor, kadın- erkek eşitsizliğine karşı mücadele ediyoruz. Erkeklerin kendilerine birey olarak karşı değiliz; hatta kimimizin oğlu, torunu, erkek sevgilisi ya da kocası var. Kimimiz ise hem erkekler, hem de kadınlara ya da yalnızca kadınlara aşık oluyoruz. Ancak, kadınların ezilmişliğini pekiştiren erkek egemen sisteme karşı mücadele ediyoruz ve diyoruz ki; erkekler, ev işlerini kadınlara yaptırarak, çocuk bakımını kadınlara yükleyerek, kadınların daha az kazanmalarından ve monoton, güvencesiz işlerde çalışıyor olmalarından fayda sağlar. Dayak, taciz, tecavüz gibi kadına yönelik erkek şiddetinin farklı biçimleri, erkeklerin kadınlar üzerindeki denetimini pekiştiren araçlardır. Özetle, feminizm erkek düşmanlığı değildir. 

Feministler çirkin ve şirret kadınlardır
Biz feministler kadınlara yapılanlara karşı elbette ki öfkeliyiz. Her gün 3 kadının sevgilisi, kocası, nişanlısı tarafından öldürüldüğü, evde ve sokakta tacize, tecavüze uğradığı, aynı işi yaptığı halde daha az kazandığı, hem evde hem işte çifte mesai yaptığı, parti, sendika ya da meclis gibi siyasi alanlardan dışlandığı bu koşullarda elbette ki öfkeliyiz. Elbette ki isyandayız.
Çirkin kimdir? Erkek egemen güzellik anlayışı biz kadınlara yıllara göre değişen belirli bir kalıbı dayatıyor. Örneğin, Marilyn Monroe ikibinli yıllarda ‘şişman’ diye etiketlenir, muhtemelen sürekli diyet yapardı. Asla meşhur olamazdı. Biz bu erkek egemen kalıpları reddediyoruz ve her kadının güzel olduğunu düşünüyoruz. Öfkemizde haklıyız, çirkin ise hiç değiliz.

Feminizm ahlâksızlıktır
Biz feministler kimseye yalan söylemedik, polis saldırmayacak diye söz verdikten sonra insanlara kimyasal gazlar, TOMA’lar, plastik mermiler ile savaş açmadık. Yoksuldan çalıp, zengine vermedik. Yeşili, doğayı rant uğruna yok etmedik. Bizim tek istediğimiz erkeklerin bedenimiz üzerinde türlü çeşit yollarla kurdukları baskıyı sona erdirmek. Bu yüzden, eteğimizin boyuna, kiminle sevişeceğimize, nikâhlı ya da nikâhsız yaşayacağımıza, çocuk sahibi olup olmayacağımıza, erkekler ya da devlet değil, biz kadınlar karar vereceğiz diyoruz. Ahlâksız olan biz değiliz.

Feministler marjinal bir grup kadındır
Kendisine ister feminist desin, isterse demesin, bugün kadın haklarını savunan pek çok kadın var. Bu kadınlar adalet saraylarında, mahkemelerde, mecliste, partilerde, sendikalarda, okullarda, fabrikalarda, iş yerlerinde, kadınlara yapılan her türlü haksızlığa, erkek şiddetine, tacize, tecavüze karşı direniyor. 8 Mart dünya kadınlar gününü her yıl onbinlerce kadın hep birlikte kutluyoruz. Dolayısıyla marjinal bir grup değiliz.

Feminizm tuzu kuru, kentli, orta sınıf kadınlar içindir

Farklı gelir düzeyi ve farklı etnik/ ırksal kökenden gelen tüm kadınlar, ortak bir ezilmişliği paylaşıyor. Bugün gecekonduda yaşayan kadın da, şehrin merkezindeki kadın da kocasının ya da güvendiği farklı bir erkeğin şiddetine mazur kalıyor. Çalışan kadınların yüzde 44’ü, çalışmayan kadınların ise yüzde 41’i kocasından hayatı boyunca en az bir kez fiziksel şiddet görmüş (Kaynak TÜİK). Yine taciz ve tecavüz kadınları gelir durumundan bağımsız olarak hedef alıyor. Hemen her kesimden kadın ev işini, yaşlı, hasta ve çocuk bakım işini üstleniyor; ve bu yüzden hem evde hem işte çalışıyor, çifte mesai yapıyor. Çalışan evli kadınlar günde 4 saat, çalışmayan evli kadınlar ise günde 5 saat 43 dakika ev işi yapıyor. Bu yüzden, ister beyaz yakalı, ister mavi yakalı olsun, ya da isterse dışarıda ücretli bir işte hiç çalışmasın, biz, tüm kadınlar emekçidir diyoruz ve ortak ezilmişliğimize karşı, ortak mücadele ediyoruz. Feminizm tüm kadınlar içindir.




6 Temmuz 2013

KORKUN BİZDEN!

NE AKP’DEN, NE TACİZCİ POLİSİNDEN KORKUYORUZ…
KADIN DÜŞMANLARINA M
EYDAN OKUYOR;
ASIL SİZ BİZDEN KORKUN DİYORUZ!




Her gün, her an üzerimizde hissettiğimiz cinsel taciz, tecavüz ve/veya tehdidi, devlet tarafından bir işkence aracı olarak kabul görüyor, örgütlü ve sistematik biçimde kullanılıyor.

Gezi direnişinin farkıysa, devletin bu yöntemi çok daha geniş bir kadın grubu üzerinde tatbik etmesiydi.

Direniş döneminde yaşanan bir kısmı yüksek sesle, bir kısmı küçük harflerle anlatılmaya başlanan polis tacizine karşı, 6 Temmuz Cumartesi günü, saat 17.00'de, Galatasaray Lisesi önünde buluşuyoruz.

Direnişteki Kadınlar



5 Temmuz 2013

Gezi Günlüğü - Şafak Baskını


…MÜCADELEYE DEVAM!

28- 31 Mayıs


Şafak Baskını!

Önce çok yorgundum yazamadım, sonra da çok şey oldu. Günler birbirine karışıyor haliyle.. Keşke zamanında küçük de olsa notlar alsaymışım.


28 Mayıs Salı sabahı, erken saatlerde müdahale olmasını ve ağaçları sökmek için iş makinelerinin parka girmesini bekliyorduk. Beklenen müdahale olmayınca parkta kalanlarla toplandık hem durum değerlendirmesi hem de görev dağılımı yaptık. "Bilgisayar başında Gezi mesaisi yapacaklar sosyal medya üzerinden çağrı yapsın" kararı aldık. Evlerine, işlerine dönmek zorunda kalanlar Taksim Meydanı'nda yapılacak basın açıklamasının çağrısını ve parkla ilgili gelişmeleri yaygınlaştırma görevini üstlendi. Kalanlar parka birbirinden güzel pankartlar astı, çöpleri topladı, ağaçları rengarenk iplerle kapladı… Sonrasında bu ipler bile polisin şiddetine maruz kaldı! Fotoğrafını bulamadım ama Gezi Direnişi boyunca beni en çok etkileyen karelerden birisiydi. Sevgiyle sarılan ipler, nefretle söküldü…






Gezi 28 Mayıs akşamı yine çok kalabalıktı. LGBT bireylerden Çarşı taraftarlarına kadar herkes oradaydı… O gün beni rahatsız eden tek şey cinsiyetçi küfürlerdi. Çarşı grubundan bir kadını ve adamı "arkadaşlar LGBT arkadaşlarımız da bizimle birlikte eylemdeler, lütfen dilimize dikkat edelim" diye uyarınca, daha derdimi bile anlatamadan, "gerizekalı" diye uzaklaştırıldım! Ancak Gezi Direnişi boyunca LGBT bireylerin ve feministlerin varlığı çok önemli bir yolu kısa sürede almamızı sağladı. Direnişin başında "ibne", "orospu", "amını sikeyim" gibi cinsiyetçi küfürleri fütursuzca kullananlar, direniş sürecinde "şerefsiz diyebiliyor muyduk?" diye sormaya başladılar.


Ben hem bir gün önce hiç uyumadığım için, hem de Gezi'de kalacak çok fazla kişi olduğu için o gece geç saatlerde evime döndüm. Sabah 04:00 sırasında arkadaşlarımdan gelen telefonla uyandım: "Orada mısın? Polis Gezi'dekilere çok sert saldırdı."








O gece daha gün ağarmadan polis parktaki eylemcilere bir kez daha yoğun gaz bombası ve tazyikli su kullanarak müdahale etti. Gözaltılar oldu, aralarında gazeteci arkadaşım Ahmet Şık'ın da olduğu yaralılar vardı.


Başbakan Erdoğan, Garipçe'deki 3. Boğaz Köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu'nun temel atma töreninde yaptığı konuşmada, Taksim Gezi Parkı'nda yaşananlarla ilgili şöyle konuştu: "Ne yaparsınız yapın biz kararı verdik, verdiğimiz gibi bunu işleyeceğiz. Eğer tarihe saygınız varsa önce o Gezi Parkı denilen yerin tarihi nedir, onu araştırıp bakın. Biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz. Taksim Meydanı'nı yayalaştırarak, insanların emrine sunacağız. Ak Parti iktidarı döneminde, Türkiye genelinde diktiğimiz ağaç miktarı yaklaşık 2,5 milyardır. Bu ağaçları bu iktidar dikiyor. Yeter ki ağaç dikme merakı olsun insanların. Onlara da yer tahsis ediyoruz, 'al sana 500 bin metrekare alan burada gel ağaç dik, bedelsiz.' Niye? Çevreciyiz. Bu köprünün yapımında emek sarf edecek herkesi, her bir kurumu tebrik ediyorum, kolaylıklar diliyorum."


31 Mayıs'ta, saat 12:00'de, Taksim Meydanı'nda saldırıyla ilgili bir basın açıklaması olacaktı. Tramvay durağının arkasında oturmuş açıklamanın yapılmasını bekliyorduk. 




Hiç beklemediğimiz bir anda, üstelik en ufak bir taşkınlık yokken, çevik kuvvetin saldırısına maruz kaldık. Kalabalığa gaz ve tazyikli su sıkılmaya başlandı. Havada uçuşan gaz fişeklerinin haddi hesabı yoktu. Saldırı öyle beklenmedik bir anda ve öyle şiddetli oldu ki ayağa kalkma fırsatı bile bulamadık. O gün BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile hala tedavisi devam eden Mısırlı Lavna Allani vücutlarına isabet eden gaz kapsülleri, CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ise polisin direk yüzüne sıktığı biber gazı nedeniyle hastanelik oldu.   








Ben sanırım Gezi Direnişi boyunca en çok o gün ölmekten korktum. Yoğun gaz nedeniyle nefes alamadım ve can havliyle tomadan sıkılan tazyikli suya doğru koşmaya başladım. Göz gözü görmüyordu. Üzerinde en az 120 metre yazan gaz fişekleri dibimizden atılıyordu. Sırılsıklam olduğum için ayakkabım kayıyordu, kendimi bırakırsam büyük ihtimalle ezilecektim. Neyse ki bir arkadaşım fark etti, birlikte Taksim Meydanı'ndaki Kitchenette'e sığındık. 


Yoğun gazdan zarar görenler çevredeki kafelere ve otellere sığındı. Direnişçilerin girdiği bütün mekanlar da gaz bombardımanına tutulduğu için uzun saatler dışarı çıkmamız mümkün olmadı. Sokak çocuklarından, turistlere kadar herkes gaza ve tazyikli suya maruz kalmıştı. .



Polisin öğlen saatlerinde başlayan sert müdahalesinin ardından ortalık iyice karıştı. İstanbul'daki olaylar bu saldırıdan sonra hız kazandı. Aynı günün akşamı da müdahale devam etti. O gün Nişantaşı tarafında direnirken bir belediye otobüsü şoförü direnişçilere destek verdi, yolu keserek toma ve akreplerin geçmesini engelledi. Olay sosyal medyada yankı bulunca belediye şoförü işinden atıldı. 


Gece oldukça gergin geçti. Ben tam umudumu yitirmeye başlamıştım ki sabaha karşı arkadaşlarımdan haberler geldi: "Kurtuluş'ta herkes pencerelerde, tencere tava çalıyorlar", "Ataşehir ayaklandı", "İzmir'den, Adana'dan, Ağrı'dan otobüs dolusu insanlar yola koyuldu."

En son aldığımız haberse "Kadıköy'den on binler köprüyü yürüyerek geçiyor" oldu.



Gözetleme Kulesi

En güvenli yer aile mi?

Pelin Esmer imzalı Gözetleme Kulesi, ana akım sinema öykülerinin aksine sadece ailedeki tecavüzcü erkeği deşifre etmekle kalmıyor, kahramanı Seher'in şahsında annelik dayatmasını da sorguluyor.

Mehtap Doğan

Yönetmen Pelin Esmer'in adını ilk kez 2005 yılında gösterime giren Oyun adlı belgeseli sayesinde duymuştum. Mersin'in bir dağ köyünde yaşayan dokuz kadının, kendi hayat hikâyelerine dayanan bir oyun yazıp oynamaları ve bu süreçte geçirdikleri değişimi konu alan film, bir çok ulusal ve uluslararası festivalde ödül kazanmıştı. Esmer, aynı başarıyı yönetmenliğini, senaristliğini, yapımcılığını ve kurgusunu üstlendiği "11'e 10 Kala" adlı sinema filmiyle de elde etti. Çektiği son filmi Gözetleme Kulesi'yle ise başta feministler olmak üzere pek çok kadının gönlünü fethetti. 


Suçluluk duygusundan mustarip iki karakteri, Tosya'nın ıssız ortamında buluşturan ve bizlere kutsallaştırılan aile kurumunu, yüceltilen annelik duygusunu sorgulatan Gözetleme Kulesi'ni, kürtaj yasağının gündeme oturduğu, tecavüze uğrayan Nevin Yıldırım'ın devlet tarafından doğurmaya zorlandığı bir dönemde izledim. Film beni öyle heyecanlandırdı ki aynı gece Pelin Esmer'e yaptığı işi, yarattığı güçlü kadın karakterini çok kıymetli bulduğumu ve buluşup film üzerine konuşmak istediğimi yazmıştım. Nihayet, 20 Nisan Cumartesi günü Sosyalist Feminist Kolektif'in Taksim'deki mekanında filmin gösterimi ve ardından Pelin'le bir söyleşi yapmak üzere bir araya geldik. Türkiye'deki Seher'lerle Nihat'lar üzerine güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kutsal şiddet yuvası: aile

Başrolleri Olgun Şimşek ve Nilay Erdönmez'in paylaştığı Gözetleme Kulesi, Pelin Esmer'in ikinci uzun metraj filmi. Sinemanın kadın emekçilerine en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu ödüllerini getiren film, bir gözetleme kulesine bekçi olarak sığınan Nihat ile, otoyol kenarındaki küçük bir otogarda hostes olarak çalışan Seher'in başkalarından kaçarken birbirleriyle çarpışmalarını konu alıyor. En emniyette hissettiğimiz yerin bir anda cehenneme, en tehlikeli gördüğümüz yerin ise bir sığınağa dönüşebileceğini gösteren film, kadınları köşeye sıkıştıran ataterkil toplumun dayattığı kökleşmiş pek çok kadınlık halini de açığa çıkarıyor. Üniversitede edebiyat okurken güvenli olduğu için "aile" yanına yerleştirilen Seher'in aradığı güveni hiç de tekin olmayan bir otogarda bulması, tecavüz eden dayısını referans göstererek emniyetsiz görünen bir yerde kendisine emniyetli bir alan yaratması, istememesine rağmen inadına büyüyen göbeğini saklama çabaları seyircinin kutsal aile, ensest, taciz, tecavüz, kürtaj gibi pek çok konuyu sorgulamasını sağlıyor. 

Filmde başından sonuna kadar kadın karakterin güçlü gösterilmesi, başına gelenlerden kadının sorumlu tutulmayışı, tecavüze uğrayanın değil tecavüz edenin sorgulanması, doğurduğu çocuğu terk eden, emzirmek, bakımını üstlenmek istemeyen anneyi "vicdansız", tecavüze uğrayan, hamile kalan kadını "namussuz" olarak yansıtmaması gibi pek çok ayrıntı ile film yerli sinemadaki diğer örneklerden kolayca ayrışıyor. Pelin Esmer neden böyle bir meseleyi konu edindiğini ise şöyle açıklıyor: "Otobüsle çok sık seyahat ederim. Hosteslerin anons yaparkenki sesi öyle bir sestir ki makine mi, gerçek mi ayıramazsınız. Mikrofonu ellerinden bıraktıkları andaki seslerini merak ettim. Bu kızın son anonsu olsa dedim ve oradan yola çıktım. Bir şekilde o kızı kamyonların geçtiği bir yolda gördüm ve hikayeyi yazmaya başladım. Bir kadına yaşatabileceğim en dramatik şeylerden biri annelikti. Vicdan meselelerine takılmıştım ve çelişkilerle baş edebilmenin yolunu arıyordum. Burada çok büyük bir çelişkiyi sorgulatabileceğimi hissettim. Benim derdim vicdandı ama annelik üzerinden anlatmayı tercih ettim. Ensest oranları ülkelere göre değişse de tecavüz oranları değişmiyor. Aile gibi kutsal, sorgulamasız en emniyetli olan yerin ne kadar emniyetsiz olabileceğini ya da bir adamın otogarında emniyetin bulunup yola devam edilebileceği göstermek istedim. Kızın tecavüzüne uğradığı dayısının referansını kullanarak işe girmesi, kaçtığımız yerlerin emanet kelimesiyle nasıl güvenli yerlere dönüşebileceğini göstermek adına önemliydi. Bu iki yüzlülük beni buraya itti."


Kadınlara rahat mı batıyor?

İki ana karakter üzerinden vicdan, emniyet, suçluluk, kadınlık, aile, mücadele gibi pek çok kavramın irdelendiği filmin en cesur sahnelerinden biri Seher'in annesiyle buluşma sahnesiydi. Ailesi tarafından emniyetli ellere teslim edilen Seher'in "beni emniyetiniz sikti" isyanına annenin verdiği tepki, derin sessizliği, babanın karşısındaki çaresizliği, mücadelesizliği ve anneyi canlandıran Laçin Ceylan'ın müthiş performansı gerçek hayatta tanık olduğumuz bir anmış hissi yaratıyor. Filmde de gerçeklerin üstü kapatılıyor, dayı annenin durumu kabullenişiyle birlikte "temize çıkıyor"… Kızının ayrı eve çıkmak istemesinden, otogarda kalmasından, çalışmasından rahatsızlık duyan annenin "sana rahat mı batıyor", "dört bekar kızın evi olursa giren çıkan belli olmaz" sözleriyle de toplumun kadına bakışına bir gönderme daha yapılıyor. 

Ailesinden beklediği desteği alamayan Seher, çocuğunu bir otogar ambarında tek başına doğurmak zorunda kalıyor. Bu köhne odada savruluşu, ensesinden boşalan soğuk ter, acıdan kıvranışı, yalnızlığı, çaresizliği daha önce görmediğimiz tecavüzü bize anımsatıyor. Sinemada ilk oyunculuğu olmasına rağmen oldukça başarılı bir performans sergileyen Nilay Erdönmez'in doğum sahnesini bu kadar gerçekçi canlandırması tesadüf değil. "Neredeyse ben bile hamile olduğuna inanacaktım" diyen Pelin Esmer bu sahneye nasıl hazırlandıklarını şöyle anlatıyor: 

"Senaryo aşamasında bir jinekologla çalıştım. Nilay'la doğum izledik. Kendi evinde ve bu şekilde doğum yapmış bir kadınla tanıştık. Bize o anı canlandırmasını istedik. Nilay film için, diyetisyen kontrolünde 10 kilo aldı. O sahnedeki en büyük destekçim bebeğin annesiydi ve bir ebeydi. Günde on defa doğum yaptıran bir kadınla o sahneyi çekmek benim için çok büyük bir şanstı. Özellikle erkek seyirciler doğum sahnesinde çok zorlandılar ve sahne bir an önce bitsin istediler. Bu sahne benim için biraz da tecavüz sahnesiydi. Bir köpek ya da kedi doğurmak için kendisine yer arar ve doğru yeri bulur ya öyle bir şey hayal ettim. Bu yüzden öyle bir mekan seçtim. Hem duyulmayacak hem yalnız olacak hem de iz bırakmayacaktı."

 

Kadın istemese de… 

Tecavüze uğrayan kadının doğurduğu bebeği bir anda kabullenmesi, emzirince dünyasının değişmesi, ona bağlanması, sahiplenmesi, bakımını üstlenmesi, kol kanat germesi gibi Türk sinemasından alışık olduğumuz pek çok klişeye bu filmde rastlamak mümkün değil. Aksine, Seher de tıpkı Nevin Yıldırım gibi doğurmak zorunda kaldığı çocuğunu görmeyi reddediyor. Seher doğum sahnesinde bebekle hiç göz teması kurmuyor. Onu bir çeşmenin yanına bırakıp otogardan uzaklaşıyor. Ancak bu ana Nihat tanık oluyor ve bitkin haldeki Seher'i gözlerden ırak gözetleme kulesine götürüyor. Seher'in bebekten kurtulmasını dilediğiniz hatta "İnşallah bebek ölmüştür" bile dediğiniz bir anda Nihat bebeği Seher'in bıraktığı yerden alarak kuleye getiriyor. Emzirmeyi, giydirmeyi, yıkamayı, uyutmayı, korumayı dayatıyor. Seher’in ölüme terk ettiği çocuğunu kurtararak kendi vicdanını rahatlatmaya çalışan Nihat, Seher ile çocuğunu kendi karısı ve çocuğu yerine koymaya başlıyor. Film boyunca kaderine direnen Seher'in özgürleşme çabasının bir erkek tarafından son bulmasına ilişkin eleştirileri de Pelin Esmer şöyle cevaplıyor: "Onu bir sığınma ya da zayıflık olarak görmedim. Her ikisi de farklı sebeplerden dolayı vicdan meseleleriyle ilgili bir savaş veriyor ve birbirleri hakkında başka kimsenin bilmediği çok temel bilgiye sahipler. Bu iki insanların yola devam ederken birbirlerine dokunmadan değil dokunarak geçmelerini tercih ettim. Müdahale gibi gördüğümüz bazı şeylerin yol almadan önce bize soluklanma fırsatı tanıyabileceğini düşünüyorum. Burada da Seher'in kararına kalmış bir yerde bıraktım. Seher'in hayatı boyunca sırtında taşıyacağı çok ağır bir bavulu var. Bavulunu ara sıra yere koyup nefes alması lazım. Bu nefesi veren eğer Nihat'sa benim için bir sakıncası yok…"

Mutlu son!

Zaten finale doğru olan bol diyaloglu şimşek sahnesinde Pelin Esmer, kadının safında olduğunu bir kez daha gösteriyor ve Seher'e, "doktora da gittim, geç kalmışsın dediler", "bana sordun mu bebeği getirirken" gibi cümleler kurdurtarak erkek egemen sistemi sorgulatıyor. Esmer, "Keşke her kadın isteyerek doğursa ama böyle bir şey yok ne yazık ki... Seher çocuğun yüzüne bile bakmadım diyor, bunun bir nedeni var. Niye bakmıyor? Kendini korumak için, korkuyor çünkü bağlanmaktan… Kendim tecrübe etmememe rağmen fiziksel temasın etkili olduğunu düşünüyorum. Adama karşı en büyük kızgınlığı da onu emzirtmesini istemesinden kaynaklanıyor." Kürtaj tartışmalarının film bittikten çok kısa bir süre sonra çıktığını söyleyen Esmer, "Biraz daha önce çıksaydı ben o diyalogları yazamazdım" diyor. 

Filmin sonunu yazmayalım elbette, zaten Esmer de filmin finalini herkesin hayal gücüne bırakıyor. Aslında filmde sonuçtan öte sonuca götüren nedenler çok daha etkileyici. Seher'in tecavüzle yıkıma uğramaması, kaderci davranmaması, ailesine sığınmak yerine evinden uzaklaşması, dayısının referansıyla bulduğu işte kendisine güvenli bir alan yaratması gibi pek çok ayrıntıyla, başına gelenlerden Seher'in değil sistemin sorumlu olduğu mesajı veriliyor. İzleyenlere tecavüze uğrayan kadın değil tecavüz eden erkek suçlu dedirtiyor.


4 Temmuz 2013

Gezi Günlüğü

BU DAHA BAŞLANGIÇ!

27 Mayıs

"Kepçe girdi, ağaçları sökecekler!"

28 Mayıs'tan bu yana Gezi'deki ağaçlara sahip çıkmaya çalışan bir grup "marjinal"den birisiyim. Tarlabaşı, üçüncü köprü, AVM'ler, lüks oteller, yayalaştırma projesi derken sıra Gezi Parkı'na geldi. Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi kapsamında, yol inşaatı yapımı sırasında, yüklenici firmaya ait iş makineleri, Gezi Parkı'nın Asker Ocağı Caddesi'ne bakan duvarın bir kısmını 27 Mayıs gecesi, saat 23:00 sıralarında yıktı. Tarihe geçecek direnişin öyküsü sosyal medyaya düşen "kepçe girdi, ağaçları sökecekler" cümlesiyle başladı. Bizleri harekete geçiren Facebook ve Twitter'da paylaşılan bu cümle oldu. Projeye başından beri karşı çıkan Taksim Dayanışması Grubu, yıkımı fark edince Gezi Parkı'nda toplanma ve eylem çağrısı yaptı. 'Gezi Parkı için nöbetteyiz' yazılı bir pankart açıldı ve yaklaşık 30 kişilik grup, çadır kurarak beklemeye başladı.


27 Mayıs sabahı ben yoktum ama arkadaşlarım oradaydı. Dozerin önüne barikat kurarak, ağaçlara çıkarak ya da sarılarak kesimi engellemek istediler. Polis önce kalkanlarıyla sonra da biber gazıyla oradakilere müdahale etti. Direnişin sembolü olan 'Kırmızılı Kadın' fotoğrafı da o gün çekildi. 





BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, kendisini iş makinesinin önüne atarak kazıyı engellemeye çalıştı. Polis barikatını aşıp çalışan dozerlerin önüne geçen Önder’e CHP milletvekili Gülseren Onanç da katılınca, operatör çalışmaya son verdi. Önder “Neoliberal sistemin dini imanı yok. Muhafazakarız diyorlar, Fatih'in fermanını hatırlasınlar: 'Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim' demiş. Bu ağaçları kestirmeyeceğiz. Fakir fukaranın para vermeden gelip gölgesinde oturacağı üç tane ağaç var. Bütün sivil toplum örgütlerini buraya davet ediyorum. Taksim'de bundan başka ağaç gölgesi var mı? Gidin rezidansınızı kendi bahçenizde yapın" dedi. 


Aynı gün saat 19:00'da Gezi Parkı'nda eylem çağrısı yapıldı. Ben 19:00'a kadar sabredemedim, saat 17:00 gibi oradaydım... Gittiğimde çok az insan vardı, yıkılan ağaçları yeniden dikmeye çalışıyorlardı. 



Çok kısa bir süre sonra Gezi Parkı dolmaya, akın akın insanlar gelmeye başladı. Sanırım, ilk gün 1.000'i aşkın kişi vardı. Ellerinde fidanlarla parka giren grup alkışlarla, çevik kuvvet "yuh"larla karşılandı.


O geceyi parkta geçirdik. Soğuk moğuktu ama hayatımda geçirdiğim en güzel günlerden birisiydi. Bandista şarkıları parka pek yakıştı. Şebnem Sönmez, Barbaros Şansal, Mehmet Ali Alabora, Karmete Grubu ve şu anda adını hatırlayamadığım bir dolu sanatçı da destek için oradaydı. 


Kurulan açık kürsüde herkes düşüncelerini paylaştı. Barbaros Şansal'ın "Onlar yanlarındaki ucube karılara baksınlar" cümlesini içeren cinsiyetçi konuşması dışında, o gece canımızı sıkacak hiçbir bir şey yaşanmadı. 



Ortalama 80 kişiyle birlikte Gezi'de sabahladık. Bir grup müzisyenlerle birlikte şarkı söylerken, bir başka grup da güne çok yakışan Ekümünepolis'i seyrediyordu. 


Kentsel dönüşüm masalını, 3. Köprü'yü, küresel kent iddiasını, yaklaşan emlak krizini, TOKİ'nin icraatlarını, mahalleleri, AVM'leri, ormanları, Marmaray projesini, gökdelenleri, kısacası bütün İstanbul'u mercek altına alan Ekümenopolis'i ilk seyrim değildi ama Gezi'de izlemek başka keyifti…



Sabah uyuya kalanlar çalar saat niyetine Bandista parçalarıyla uyandırıldı ve gün halaylarla karşılandı. Biz parktan ayrılırken ortalama 60 kişi vardı. İşe gidecekler dahil.. Orada sürekli birilerinin olması önemliydi. Böylesine masum bir toplanmanın böyle büyük bir direnişe dönüşeceği aklımın ucundan geçmemişti. 




Fotoğraflar: