Translate

11 Eylül 2014

Senin annen bir melekti yavrum

“BEDENİME SAHİP OLABİLİRSİN AMA RUHUMA ASLA!”


Mehtap Doğan / 29 Kasım 2011

Türk Sineması’nda kadınlar, 1960’lı yıllara kadar “faziletli anne” ve “dokunulmamış sevgili” olarak idealize edildiler. 1980’lerden sonra, gerek televizyonun, gerekse toplumsal değişimin etkisiyle film yıldızları birer birer soyunmaya başladılar. Kimi güzel olduğu kadar küstahtı, kimi melek bir anne. Ya sevdikleri adamla ayrı dünyaların insanıydılar, ayrıldılar ya da evlenip pembe panjurlu evlerine kavuştular. Parayla satın alındılar, tertemiz hislerle oynadılar, şerefleri için yaşayıp, namusları için öldüler, saadet dolu yuvalara kara gölge düşürdüler…

Türk sinemasında kadınlar, 1960’lı yıllara kadar melodram kalıpları içinde “faziletli anne” ve “dokunulmamış sevgili” olarak idealize edildiler. Filmlerdeki diğer kadın karakterse genellikle kötü, seksi, erkeksi ya da histerikti. 1980’lerden sonra, gerek televizyonun etkisine, gerekse toplumsal değişimlere paralel olarak Türk sinemasının starları bir bir soyunmaya başladılar. İyi ve kötü kadınların ayrı ayrı temsil edildiği filmlerin yeriniyse her ikisinin özelliklerini belirli ölçülerde taşıyan tek kadınlı filmler aldı.


Türk Sineması tarihinde ilk konulu film 1917’de Sedat Simavi tarafından çekildi. Eliza Binemeciyan, Nurettin Şefkati ve Raşit Rıza’nın rol aldığı Pençe isimli film, şehvet düşkünü, histerik bir kadınla ilişki kuran Pertev’le, “evli bir kadın uğruna yuvasını unutan” Vasfi’nin öyküsünü anlatıyordu. Film gösterime girdikten sonra Muhsin Ertuğrul tarafından ağır bir dille eleştirildi. “Seyri sadece Türkleri değil, herkesi utandıran eser”, böylece eleştirisi yapılan ilk Türk filmi unvanını da kazanmış oldu.

Türk sinema tarihinde sansüre uğrayan ilk filmse Mürebbiye oldu. Sevgilisini başka bir erkekle aldatan ve çalıştığı konaktaki herkesi baştan çıkartan Anjel’in öyküsünü konu alan film, İşgal Kuvvetleri Kumandanı Franchet d’Esperey tarafından yasaklandı. Komutan Franchet’in yasaklama gerekçesiyse “bir Fransız kadınının yosma olarak gösterilmesi”ydi (1919).





1922-1939 yılları arasında Türkiye’de film yapan tek isim Muhsin Ertuğrul’du. Sinema ve tiyatro yönetmeni Ertuğrul, erotik filmler çekmese de filmlerinde cinselliğe yer verdi. Yönetmen, o dönemlerde çektiği filmlerde ana karakter olarak ya zevk düşkünü, yuva yıkan, sömüren, vamp hayat kadınlarını ya da metres hayatı yaşayan, para yiyen sosyetik kadınları kullandı. 






Mayolu kızların ritmik bacak hareketleriyle açılan Karım Beni Aldatırsa sinema gişeleri önünde uzun kuyruklar oluşmasına sebep olsa da erotizm Muhsin Ertuğrul sinemasına Cahide Sonku’nun oynadığı Şehvet Kurbanı ile girdi. Ancak bu, yönetmenden değil Türk sinemasının ilk erotik simgesi Cahide Sonku’nun çekiciliğinden kaynaklanıyordu.





























Asıl erotik patlama ise 1960-68 yılları arasında yaşandı. Metin Erksan’ın Susuz Yaz, Suçlular Aramızda, Kuyu gibi filmleri döneme damgasını vurdu. Köy gerçeklerinin yanı sıra cinsel bir tutkunun da altını çizen Erksan’ın Susuz Yazı’nda Hülya Koçyiğit ve Erol Taş başarılı bir oyunculuk sergiledi. Erksan gibi Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Osman Seden, Turgut Demirağ da filmlerinde erotizmi kullandı. Atıf Yılmaz’ın bu dönemde çektiği İki Gemi Yan Yana’da Suzan Avcı ve Sevda Nur adlı iki kadın oyuncunun dudak dudağa gelişiyle Türk sinemasında yeni bir sayfa açıldı.

Parçala Behçet!

Yeşilçam’da 1960’lı yıllara kadar çekilen film sayısı ancak yüzü bulurken, sonraki yıllarda bu rakam üçyüzlere ulaştı. 1970’li yıllarda seyircisini televizyonun başından kaldıramayan yapımcılar çareyi “erotik” film yapmakta buldu. 1972 yılında 299 film çekilerek Türk sinema tarihinin en büyük rekoru kırıldı.




O yıllarda “hardcore movies” denilen seks filmlerinde gerçekten sevişilir, “softcore movies” denilen seks filmlerindeyse ya sevişilir gibi gösterilir ya da sadece sesler duyulurdu.  Kimi zamanlarda da “hardcore” filmler sansür makasıyla “softcore movies”e dönüştürülürdü. Bu süreçte pornografi cinsel sorunları olanlar ya da toplumsal baskı hissedenler için terapi yöntemi olarak görülmeye başlandı. 70’li yıllarda seks filmlerine giden seyirci sayısında ciddi bir artış yaşandı. Toplumun her kesiminden insanlar bu filmlere gidiyor, hatta çiftler birlikte izliyordu.


1970’li yıllarda Türk sinemasında bir kan değişimi yaşandı ve sadist kişilikli erkek tipleri ön plana çıkmaya başladı. Melih Gürgen’in Parçala Behçet’i yeni bir akımın öncüsü oldu. Ardından da Bastır Behçet Bastır, Ustura Behçet, Namın Yürüsün Behçet gibi cinsellik ve sadizmi iç içe gösteren bir dolu Behçetli film çekildi. Gülgen, Behçet serisiyle seks ve avantür filmlerine yeni bir yol açtı. Aşırı şiddet sahneleriyle dolu bu tür filmlerin erkek oyuncusu Behçet Naçar’dı. Dönemin en çok soyunan kadınıysa Seyyal Taner oldu.

“Pişman mısın yavrum?”

Türk sinemasında cinselliğin en çok sömürüldüğü, abartıldığı ve saptırıldığı dönem 1974 yılında başlayıp 1979’a kadar süren seks komedileri dönemi oldu. İtalyan komedi filmlerinden uyarlanan Beş Tavuk Bir Horoz’la başlayan seks komedileri modası, Türk sinemasındaki bunalımı iyice körükledi. Bu komedilerde “vamp erkek” rollerini daha çok Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Hadi Çaman, Alev Sezer, Rüştü Asyalı gibi tiyatro sanatçıları üstleniyordu. 1979’da seks komedileri büyük bir tırmanışa geçti. Bu türde tam 131 film çekildi. Öyle Bir Kadın Ki adlı filmle de seks furyası giderek pornografiye dönüşmeye başladı. Nuri Yurten’in yönettiği film numaradan değil sahiden sevişilen ilk porno film oldu. Aynı yıllarda Zerrin Egeliler bir yıllık süre içinde çevirdiği 37 filmle dünya rekorunu kırdı.

Erotik filmlerde vücudunu cömertçe sergileyen oyunculara o yıllarda iyi gözle bakılmıyordu. Aşağılanmaya, tacize, dışlanmaya maruz kalan kadınlar arasında Arzu Okay, Alev Altın, Dolgan Sezer, Mine Soley, Nalan Çöl, Seyyal Taner gibi pek çok isim vardı. Bir dönemin gözde oyuncuları zamanla depresif, mutsuz kadınlara dönüştü. Tam da bu yüzden ya evlenerek “namuslarını” temizlemek ya da başka şehirlere, ülkelere yerleşerek izlerini kaybettirmek zorunda kaldılar. 1970’lerin en gözde sinema yıldızlarından Feri Cansel sevgilisi tarafından öldürülürken, vamp rollerin vazgeçilmezi Seher Şeniz intihar etti…19 yaşında sinema sektörüne giren Mine Mutlu ise 41’inde kansere yenik düştü…



Bu furyayı uzaktan izleyip suskunluğu tercih eden usta yönetmenler 1980’lerde “sosyal içerikli” filmlerle erotizme dönüş yaptı. Yönetmen Atıf Yılmaz, ikiyüzlü ahlak anlayışına başkaldıran bir kadının öyküsünü konu alan Mine’yi, Türkan Şoray’ın hayat kadınını oynadığı Seni Seviyorum’u, Hale Soygazi’nin çevre baskıları sonucu kocasına ihanet ettiği Bir Yudum Sevgi’yi, sürekli zengin erkeklerle birlikte olarak yoksulluk içinde geçen çocukluk yıllarını unutmaya çalışan Meryem’in öyküsü Dağınık Yatak’ı bu dönemde çekti. Kadının cinsel özgürlüğünün gündeme gelmeye başladığı bu yeni dönemde erotizmin simgesiyse Müjde Ar oldu.    



Müjde Ar, Ömer Kavur’un yönetmenliğini üstlendiği Ah Güzel İstanbul’la (1981) başlattığı kadının kimlik arayışını, Aile Kadını (Kartal Tibet), Güneşin Tutulduğu Gün (Şerif Gören) ve Şalvar Davası’yla (Kartal Tibet) sürdürdü. Baş kaldıran özgün kadın tipinin kuramcısı olarak Türkan Şoray dâhil, birçok oyuncuyu etkiledi. Bu aşamada dibe bastırılmış kadın cinselliği ve iç dünyası da ön plana çıkmış oldu.  



Şerif Gören, çaresiz ve ezilen bir kadının öyküsü üzerine kurduğu Firar’da cinselliği gerçekçi bir bakış açısı içinde ele alarak yılın en cesur çıkışlarından birini gerçekleştirdi. Yusuf Kurçenli’nin Ölmez Ağacı bir Türk kızıyla bir Yunanlı gencin aşkını, insani ve evrensel boyutlara ulaştırdı. 




Yavuz Turgul Fahriye Abla’da, Atıf Yılmaz ise Bir Yudum Sevgi’de başkaldıran yeni kadın imajını beyaz perdeye getirdi. Özellikle Bir Yudum Sevgi, “kadının kurtuluşu” açısından Türk sinemasının o yıllarda çevrilen en önemli filmlerinden biri oldu. Atıf Yılmaz’ın, 1988’de, Duygu Asena’nın kitabından uyarladığı Kadının Adı Yok ise, Türk sinema tarihindeki en büyük gişe rekorunu kırarak, 6 haftada 140 TL kazandırdı.



Bu replikler unutulmaz!

  • Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da!
  • Senin annen bir melekti yavrum.
  • Bu kızla evlenirsen, seni mirasımdan mahrum, evlatlıktan men ederim.
  • Ben fakir bir gencim, sen ise zengin bir fabrikatör kızı.
  • Biz ayrı dünyaların insanlarıyız.
  • Evlenince pembe panjurlu bir evimiz olacak.
  • Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!
  • Seni sevemem, sen arkadaşımın aşkısın.
  • Bana yıllar önce çılgıncasına sevdiğim bir kadını hatırlattınız
  • Beni paranla satın alabileceğini mi sandın?
  • Saadet dolu yuvamıza kara bir gölge düşürdün.
  • Bizim gibi insanlar şerefleri için yaşar, namusları için ölürler.

_____________________
Kaynaklar:
Gelişim Sinema Dergisi (Mayıs 1985)
Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü Sinema Tarihi Araştırması



İyi ki doğdun Aligül!

"İSİMLERİN DE NSİYETLE VAR"

LGBTİ hareketin önemli aktivistlerinden ve Voltrans'ın kurucularından Ali, 26 Eylül'de, 'rahim kanseri' nedeniyle aramızdan ayrıldı. O gün Karacaahmet'te alışılmadık bir cemaat vardı. Yanımıza yaklaşan gençten bir kadın "hangi ünlü öldü?" diye sordu. Öyle ya bu kadar "marjinal" insan ancak bir ünlünün uğurlamasında olabilirdi! 
Ali’nin gidişi LGBTİ’lerin sağlık hakkına erişiminin önündeki engelleri bir kez daha görünür kılmakla kalmadı "farklı" olmanın yarattığı zorlukları da görmemizi sağladı.


Mehtap Doğan

"İsimlerin de cinsiyeti var. Kadınlara kadın, erkeklere erkek ismi veriliyor. Resmi belgelerde değişikliğe gitmek için herhangi bir şey yapmadım ama, en azından belli bir çevrede Aligül olarak çağrılmak istedim. Bu ismi hem içinde bulunduğum fiziksel hali (hala kadın biyolojisine sahibim) ve kendimi algılayışımı (erkek olarak algılıyorum) simgeliyor oluşu, daha önceden kullandığım isme benzerliği, hem de kendi transfobim yüzünden aldım. (…) Kadınsın işte neden erkek ismi kullanıyorsun ki denilmesinden korkuyordum. Sonrasında bu korkuların yersiz olduğunu gördüm. Nisan 2008'den beri ailem ve işim dışında kalan çevremde Aligül olarak çağrılıyorum. Kendi kendime Aligül dediğimde komik geliyordu. Sonra düşündüm ki kadın ismimi söylediğimde gülmüyorum. Bu farkındalık beni kendime getirdi. Artık Aligül benim için diğer isimler gibi bir isimdi." 

Bu cümleler Türkiye'nin ilk trans erkek inisiyatifi Voltrans'ın kurucularından Ali Arıkan'a ait. Lambdaistanbul LGBTİ Dayanışma Derneği'nin eski üyesi ve LGBTİ hareketin önemli aktivistlerinden biri olan Ali, son nefesini verene kadar bu alanda mücadele etmesine, politik tartışmalarda sözünü esirgememesine, sadece LGBTİ'lerin değil kadınların da sorunları üzerine çokça kafa yormasına rağmen binlerce trans erkek, eşcinsel kadın, bekar anne gibi jinekoloğa gitmekten çekindi ve sırf bu nedenle geç teşhis edilen kanser hastalığı nedeniyle 26 Eylül 2013'te aramızdan ayrıldı. O gün Karacaahmet'in pek de alışkın olmadığı bir cemaat vardı. Yanımıza yaklaşan gençten bir kadın "hangi ünlü öldü?" diye sordu. Öyle ya bu kadar "marjinal" insan ancak bir ünlünün uğurlamasında olabilirdi! Cenazede LİSTAG; LAMBDA, SPOD, SFK, Mor Çatı, İFK gibi çeşitli LGBTİ ve feminist örgütlerde politika yapanlar ağırlıktaydı. Ali'nin tabutu avluya getirildiğinde imam, "kadınlar arkaya, erkekler öne geçsin" dediğinde bir kadın olarak arkaya  itilmekten çok, cinsiyet mücadelesi vermiş bu kalabalığın neye göre ayrışacağını düşündüm. Ali’nin vefatı LGBTİ’lerin sağlık hakkına erişiminin önündeki engelleri bir kez daha görünür kılmakla kalmadı "farklı" olmanın yarattığı zorlukları da görmemizi sağladı.

- Bana göre bu cenaze pek çok ayrıntısıyla diğer cenazelerden ayrışıyordu. "Erkekler öne, kadınlar arkaya geçsin" denildiğinde ne hissettiniz?
Öner: O sırada bir itiş kakış oldu ama imam dedi diye ne öne, ne de arkaya geçtik. Cuma namazından çıkan bir grup erkek 'kadınlar geriye doğru açılın' dedi. O grup öne doğru geçerken de yer vermemeye çalıştık. Belli açılardan bu törene uymak zorunda kaldık. Ali nasıl bir şey ister diye konuşma fırsatımız olmadı. Hiçbirimiz ölümü konduramıyorduk. Yine de olabildiğince prosedüre müdahale ettik. Mesela yıkamaya bizim arkadaşlarımız girdiler. Tabutun üstündeki kadınlar için pembe, erkekler için mavi olan isimlikleri değiştirip mavi isimlik koydurduk ve üzerine Ali yazdırdık.

Özlem: Ali Destek Grubu adında bir e-posta grubumuz.var. Cenazeyi almaya gruptan Aydın'la birlikte gitmiştim. Kendimizi nasıl tanımladığımızdan bağımsız olarak Aydın erkek, ben kadın görünümündeydim. Görevli imzalanması gereken kağıdı Aydın'a uzattı. Biz mümkün mertebe ikili cinsiyet üzerine kurulu sistemden kaçacak, kendimizi rahat ifade edebileceğimiz bir dünya kuruyoruz ama hastalık, ölüm gibi durumlarda mevcut sistemle karşı karşıya kalıyoruz. Ali'nin süreci bu anlamda bizi de büyüttü ve deneyim kazandırdı. Mesela cenazeyi ben de taşımak istedim. Beni 'hanımefendi siz taşımayın' diye geri ittirdiler. Ya o benim arkadaşım, bırakın ben taşıyacağım, siz karışmayın dedim.  

- Seni neden engellemek istediler? Kadın olduğun için mi, günah olduğu için mi?
Özlem:  Hem günahtı, hem ağır kaldırmak erkek işiydi, hem de cenazeyi taşımak kadınların görevi değildi. Sen kendine başka bir dünya kuruyorsun ama bazı anlar oluyor ki o minik ayrıntılarla örülmüş koca sistemle karşılaşıyorsun. İşte bu yüzden Ali ile geçirdiğimiz zaman çok kıymetli. Çünkü o minik minik şeyleri değiştirdik, dönüştürdük. Hastanede kimsenin Ali'nin kimlik ismini hatırlamaması bence çok önemliydi. O gücü kendi yarattığımız dünyadan aldık. Dirayetli ve kendinizden emin olunca düzeni değiştirebiliyorsunuz. Mesela mavi kartı değiştirmeyi biz değil güvenlik görevlisi bir kadın akıl etti. Tabutun başına da gökkuşağı bayrağını koydurduk. Biz Ali'nin erkek olarak gömülmesini istiyorduk. Hayatının son zamanlarını erkek olarak geçirmişti ve bunun için çok mücadele etmişti.

- Böyle cenazeler için bir imamınız var mı peki?
Öner: Bu cenazede birkaç şeyi fark ettik. Birincisi nefret cinayetlerinde transları ya aileler ya da arkadaşları gömüyor. Böyle bir mücadelenin içinde olmamıza rağmen, ne yazık ki böyle bağlantılarımız yok. Hatta cenazelerin nasıl gömüldükleriyle ilgili fikrimiz bile yok.
Özlem: Çok keskin bir çarpışmaydı aslında ve ilk kez ne yapacağımızı şaşırdık. Gezi Direnişi sürecinden Antikapitalist Müslümanlar'la bağlantı kurmuştuk. Onlardan cenazede yanımızda olmalarını istedik. Bizi kırmadılar. Karacaahmet'in imamı hem Ali'nin kendi talebini, hem de ailesini gözeterek cinsiyetsiz bir dil kullanmaya gayret etti. Mesela Ali'nin kimlik ismini kullanmadı ve 'hatun kişi' demedi.

 - Hastane sürecinde yarattığınız alternatif aile modelini nasıl örgütlediniz?

Öner: Böyle zamanlarda hiç ortada olmayan bir aile çıkıveriyor ve senin nasıl bir hayat yaşadığına, neleri biriktirdiğine, nelerden geçtiğine, nasıl düşündüğüne bakmaksızın kan bağının verdiği güçle senin üzerinde hak iddia edebiliyor. Senin hayatında yıllarca olup olmamalarının bir önemi yok yani. Kan bağı nedeniyle istediği zaman ortaya çıkıp seninle ilgili bütün kararları alabiliyor. Biz de kan değil sevgi bağıyla birbirine bağlanmayı ilk defa bu sayede pratik etmiş olduk. Ali'nin babası yaşlı ve hastaydı, annesini erken yaşta kaybetmişti, tek çocuktu ve pek akrabası yoktu. Belki sorumluluğu alacak büyük bir ailesi olsaydı sürece o kadar müdahale edemezdik.

Özlem: Gerçekten enteresan zamanlardı. Sabah erkenden uyanıp, hastaneye gidiyor, Ali'ye refakat edip oradan da işe dönüyorduk. Hafta sonu bir şey yapacaksak önce bütün refakatler tamam mı diye bakıyorduk. Bir yandan Gezi Direnişi devam ediyordu ama biz Ali ile birlikte başka bir direnişi yürütüyorduk. Bu süreç şu açıdan da önemliydi; kalabalık ailelerde bile bazen sorumluluk bir kişiye kalır. Biz burada birbirimizin fiziksel ve psikolojik durumlarını bile gözetiyorduk. Hastanede geçen bir buçuk aylık süreçte herkes Ali'nin kimlik ismini unutmuştu. Arada bir gelen hasta bakıcı kimlik ismiyle seslenildiğinde, doktor 'Ali Bey diyeceksiniz' diye düzeltiyordu. Ali orada yalnız değildi ve arkasındaki destek çevreyi de etkiliyordu.

- Neden başkasının değil de Ali'nin cenazesini konuşuyoruz sence?
Özlem: Trans erkeklikle ilgili mücadelenin görünür olması, cinsel istismar ve şiddet konuları onun için çok önemliydi. Hayatına dokunan şeyleri bir şekilde görünür kılıp kendi mücadelesinin parçası yapıyordu ve etrafındaki insanları bu mücadeleye katıyordu. Bu kadar insana böyle bir emekle dokunduğu için bugün Ali'yi konuşuyor olmamız tesadüf değil. Hasta olduğunda bu kadar insanın ona bakması harcadığı emeğin karşılığıydı.

- Ali kendisini trans erkek olarak tanımlamaya nasıl başladı?
Özge: Ali ile Amargi'ye aynı dönemlerde girmiştik. Yaklaşık dört-beş ay sonra, lezbiyen tanımıyla rahat hissetmediğini, kendini trans erkek olarak tanımladığını söyledi. Bir kadın örgütünde açılan ilk trans erkekti. Aslında belli transnormativite kalıplarını da kabul etmiyordu Ali, ameliyat olmak istemiyordu, hormon kullanmak istemiyordu. O yüzden kendisini trans erkek olarak tanımlamasının yıllarını aldığını ve transgender kavramının kendisini iyi hissettirdiğini söylerdi. Amargi’de bir kafa karışıklığı yarattı bu durum tabii ki, ama en çok da bu kafa karışıklığının açtığı tartışmalar iyi oldu. İkili cinsiyet sistemi ve kızkardeşlik üzerine daha fazla kafa yormamı, daha geniş bir yerden bakmamı sağladı.

Peki bu deneyim sizin kendi cinsel yöneliminizi, cinsiyet kimliğinizi sorgulamanıza sebep oldu mu?  
Özge: Erkekten kadına translar varsa, kadından erkeğe translar da olmalıydı, ben en çok bunu nasıl akıl edemediğime şaşırmıştım. Sonrasında kendimi neden kadın olarak tanımladığım, bunu nasıl içselleştirdiğim üzerine çok düşündüm. Cinsel yönelimimizi seçemiyoruz ama politik bir tercih olarak nasıl tanımlayacağımızı seçebiliriz. Kimden hoşlandığımız önemli değil, hoşlandığımız bedenin biyolojisi de, envai çeşit tanımı olabilir bunun. Trans erkeklik ve transgender kavramı artık daha çok biliniyor. İnsanların içine sıkıştırıldıkları kalıplardan çıkmaları için daha fazla seçenekleri var. Ali'nin deneyimlerini tüm açıklığıyla paylaştığı “Hikayeci” ve “Cinsel İstismardan Hayatta Kaldım” adlarında iki bloğu var. Hikayeci’deki blog yazılarını kitaplaştırmak istiyoruz. İyi ki Ali kendi mücadelesini böylesine samimi ve açık bir dille görünür kıldı, bize kişisel olarak öğretilen o alan daha güzel politik kılınamazdı.