Translate

29 Ağustos 2011

"HELLO ABLALAR" DİYARBAKIR'DA



23 Temmuz'da yola koyulduk, hedefimiz bir haftada 6 şehir gezmekti. Geziye Diyarbakır'dan başlayıp, Munzur Festivali'nde sonlandırmayı planlıyorduk. Listemizde Hasankeyf, Mardin, Urfa, Harran, Halfeti, Nemrut, Malatya ve Dersim vardı. Biz sadece Harran, Halfeti ve Nemrut'u göremeden döndük. 


İlk durağımız dünyanın en eski şehirlerinden Diyarbakır'dı. Diyarbakırlı çocuklar sırtımızdaki çantalara aldanıp bizi turist sanınca adımız "hello ablalar" kaldı...


 İpek Yolu üzerinde bulunan Diyarbakır'da pek çok han var: Deliler Hanı, Sülüklü Han, Çifte Han, Yeni Han, Hasanpaşa Hanı... 


Biz gider gitmez Ulu Cami'nin tam karşısındaki Hasanpaşa Hanı'nda soluklandık. 
Eskiden kervanlar, 1572-73 yıllarında yaptırılmış bu handa konaklarlarmış. 


Eskiden kervanların, şimdi turistlerin uğrak yeri olan Hasanpaşa Hanı kentteki en güzel noktalardan biri. Avlunun ortasında altı sütunlu bir şadırvan bulunuyor. Handa oturanlar üzerlerine su püskürtülerek ferahlatılıyor! 



Biraz ıslanıyorsunuz ama hava sıcaklığı 42 derece olunca pek sakınca görmüyorsunuz!



Handa en çok rağbet gören mekanlardan biri Kahvaltıcı Mustafa Usta'nın yeri. 81 yıllık kahvaltı salonunda Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Süryanice ve Ermenice olmak üzere 5 dilde mönü bulunuyor. Haftasonu yer bulmak biraz zor. Bu yüzden biz Diyarbakır ketesi ile yetinmek zorunda kaldık.


Handan ayrılmadan uğramanız gelerek yerlerden birisi de, Mezepotamya çinileri yapan Yekbun'un atölyesi. İznik'te çini eğitimi aldıktan sonra Diyarbakır'da atölye açan Yekbun, sanatını kadınlara, göç mağdurlarına, okuma yazma bilmeyenlere, meslek edinemeyenlere öğretiyor.

 



Atölyede çini yapmayı öğrenenlerden biri de Niştiman. 
Yekbun'la birlikte çalışıyor...


 Niştiman "vatan", Yekbun "birleşmek" anlamına geliyor!

 




Sonraki durağımız hanın yakınlarındaki tarihi Diyarbakır Evi. 
Ev öykü yazarı Esma Ocak tarafından satın alınıp müze haline dönüştürülmüş. İçinde müzenin bakımından sorumlu bir aile yaşıyor.


Dört Ayaklı Minare'nin sütunları altından 7 defa geçenin bütün dileklerinin gerçekleşeceğine inanılıyor. (Ama biz bunu döndükten sonra öğrendik!)


Diyarbakır'ın karpuzları kadar yöresel yemekleri de meşhur. Kaburga dolması, ciğer, tava, kadayıf yemeden dönmemek gerekiyor diyorlar. Benim gibi pek et yemeyen biriyseniz ya da vejeteryansanız, Doğu'da karın doyurmanız biraz zor... 

Diyarbakır'da çayınızı uçsuz bucaksız bir manzara eşliğinde yudumlamak isterseniz Louis Gabriel (Ar-Sev) Cafe'ye gidin derim. Buranın ilginç bir hikayesi var. 1930’lu yıllarda sur içindeki kentin “hava alması” için kent valisi surları birkaç noktadan yıkmaya çalışmış. O yıllarda Diyarbakır’ı ziyaret eden Arkeolog Albert Louis Gabriel’in ve kent aydınlarının ısrarlı çabaları sonucunda surların yıkımı engellenmiş. Bu nedenle Hevsel ve Fiskaya manzaralı bu kafeye Louis Gabriel'in adı verilmiş. 

 

Menengiç kahvesi aşılanmamış antepfıstığından yapılıyor. Kahvede E ve B vitaminlerinin yanı sıra sodyum, potasyum, fosfor, kalsiyum, demir, magnezyum, çinko, bakır, mangan, selenyum ve kadminyum olduğu söyleniyor. Bu yağlı kahve, içinde bunca şey olunca, kanser, egzema, astım, ishal, sarılık, mide ağrısı gibi pek çok hastalığa iyi geliyor...
 
 

  Diyarbakır'ın etrafı, Çin Seddi'nden sonra en büyük sur olma özelliği taşıyan surlarla çevrili. Surların uzunluğu 5,5 km, yüksekliğiyse 10–12 metre. 
 
Diyarbakır'ın en eski yerleşim yeri ise İçkale.
 

İçkale'deki Artuklu kemerinin içinde çeşitli dönemlere ait tarihi yapılar bulunuyor.


Bunlardan biri Atatürk Evi, diğeri de cezaevi...


Cezaevi oldukça bakımsız ve tenha, gezmek cesaret istiyor!

 


Hasankeyf'e gitmek için Batman'a doğru yola koyulduğumuzda yolda leylek sürüsüne denk geldik. Hayatımda görmediğim kadar çok leyleği Batman'da gördüm. Nasıl güzeldi... 
İnşallah havada leylek gören çok gezer derler, umarım öyledir!


Fotoğraflar: Mehtap Doğan + Tülin Semayiş

1 yorum:

Adsız dedi ki...

diyarbakır kadar güzel bir yer yok vlaa