****
Keşkeler
ve neyseler…
Geçen günlerde çocukluğumun en güzel yıllarını birlikte
geçirdiğim arkadaşlarımdan biri şöyle bir ileti paylaşmıştı: "Ne kadar
küçük şeylere ağlardık. Bir tutam saç, bir oyuncak araba, bir bebek... Şimdi
büyüdük. Çok büyük olaylar bile ağlatamıyor bizleri. Ölümler, iflaslar,
savaşlar... Şimdi daha mı güçlüyüz, yoksa daha mı alışkın? Hayatı öğrenmek
alışmak mı acaba?" İletiyi okuyup, en çok neye ağladım diye düşündüğümde aklıma gelen
ilk şey kuzum Morik'in etli pilav olarak önüme gelişi oluyor. Morik kesildiğinde
tepine tepine ağladım ama ne vegan ne de vejeteryan olmayı becerebildim. 7
Yaşımdan beri vicdanım ile iştahım arasında sıkışa sıkışa et yemeye devam
ediyorum. Bir de Ninoşum var tabi. Bazı insanlar hiç yaşlanmasın, ölmesin, hep
hayatınızda kalsın istersiniz ya Ninoş benim için öyleydi işte! Sonra büyüdüm,
bilendim herhalde… Hala kolay ağlarım ama çabuk toparlarım.
Neyse, en çok 20'li yaşlarımı sevdim. 30'a
girdiğimde "yaşasın 30 oldum" demek yerine, "29 bitti"yi
tercih ettim. Sonrası çorap söküğü gibi geçti zaten ama ben bir türlü yaşımı
aklımda tutmayı beceremedim. Yalnız son yaşımı, bir daha, bir daha yaşamayı
arzu ettiğim nefis duygularla uğurluyorum.
Kayıplara çok yandım ama Gezi
Direnişi sayesinde bir daha nasip olur mu bilinmez, unutulmaz bir deneyim
yaşadım. Geriye, içi dolu dolu "iyi ki" diyebileceğim ne var diye
baktığımda hiç tereddüt etmeden iyi ki direnişe tanık oldum ve iyi ki feminist
bilince ulaştım diyebiliyorum. Kendimi feminist olarak tanımlamaya SFK'yla
(Sosyalist Feminist Kolektif) yolum kesiştiğinde yani yaklaşık beş yıl önce
başladım. Birkaç yılda kendimce uzun bir yol aldım. Malatya gibi kadınlığın
hiçe sayıldığı, kadına yönelik her türlü şiddetin meşru görüldüğü, babamın
adına leke sürmemem, aile namusuna helal getirmemem, kısa etek-dar pantolon
giyinmemem gereken bir memlekette büyüdüm. Lisedeyken patriyarkanın, feminist
politikanın, ev içi emeğin ve daha nice şeyin ne anlama geldiğini bilmiyordum
ama "kız çocuğu bisiklete binmez", "erkeklerle gezmez", "dar
pantolon giymez" diyenlere inat bisiklete biniyordum, dar pantolon
giyiyordum, erkeklerle geziyordum…
Şimdi herkes "sen şanslıydın"
diyor. Anlayışlı bir aileye sahip olmam şanstı elbet ama bu şansı biraz da
kendim yarattım. Bunca yılın tek pişmanlığı ne peki diye düşündüğümde aklıma
tek şey geliyor: keşke feminist bilince daha erken ulaşsaydım, bu alanda
politika yapmaya daha erken başlasaydım. Mesela ütüsüz nevresimle ütülü
arasındaki tek farkın hayatımdan çalınan zaman olduğunu daha erken anlasaydım…
Feminizme hepimizin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Hangimiz erkekler tarafından sömürülmedik, tacize uğramadık, duygusal, cinsel,
fiziki şiddet görmedik, hangimiz iktidar mekanizmaları altında ezilmedik,
cinsiyetçi küfürlere maruz kalmadık, becerilerimizin altındaki işlerde çalışmak
zorunda bırakılmadık, hem evde hem işte çalışmadık, anne olmaya zorlanmadık,
"illa evlen" dayatması karşısında kime, ne anlatsam diye düşünmedik,
hangimizin sevgilisi, ailesi, çevresi tarafından duyguları denetlenmedi, giyimi
kuşamına müdahale edilmedi… Kısacası hangimiz baskının 1001 çeşidine maruz
kalmadık? Yıllar önce doldurduğum bir ankette "hayatınızı değiştirecek,
dönüm noktası diyebileceğiniz bir şey var mı?" sorusuna yanıt
bulamamıştım. Şimdi hiç düşünmeden "kadın dayanışması" diyebilirim.
Bazen, özellikle feminist çevrenin dışına çıktığımda, "işimiz çok
zor" desem de, başka bir dünya mümkün inancım, çevremi saran kadınlarla
büyüyor. Yeni yaşımdan isyanımızı birlikte büyüteceğimiz güzel bir ömür
istiyorum. Bir de "kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salmak"
istemiyorum. "Otur" diyen değil, "kalk gidelim" diyen
yanımı seviyorum. Her şeyi hatta kendimi geride bırakıp domates reçeli satmaya
İmroz'a, kedileri beslemeye Cunda'ya gidebileyim istiyorum. İşte bu yüzden Can
Yücel'in bu yazısını çok seviyorum: "Eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira. Ölüme inat tutunmak lazım…"
GİTMEK / CAN YÜCEL
Bu günlerde herkes gitmek istiyor
Küçük bir sahil kasabasına
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir..
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hani kendimizden razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.
"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben, kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
iki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında
Herkes onu o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabi yapanlar, ama az
Sadece kaymak tabakası
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün
Sabah 9, aksam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun...
İSTEMEK DE GÜZEL.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder